''Abla gel gel, başladı.'' dedi. Bir tası evin zeminine, kulağını da tasa dayamıştı. ''Aman ne önemli, ne önemli.'' dedim, suratıma tuhaf tuhaf bakmasına aldırmadan umursamaz bir havayla. O dinlemeye devam etti, ben masanın başına oturdum somurtarak. Akşamları alt komşumuz Nadya Teyze' nin oğlu Ömer Abi' nin çalıp söylediği canlı performanslar ile ne hülyalara dalmış ne hayaller kurmuştum oysaki. İlk canlı gitar dinletisi deneyimimi Ömer Abi' nin Avrupai sesi ve akustik gitarı ile bastığı akorlarda yaşamıştım. Nadya Teyze Alman' dı. Bir Türk ile evlenmiş daha sonra boşanmış ancak ülkesine dönmek yerine oğluyla Türkiye' de yaşamayı seçmişti. Ömer Abi kumral saçları, renkli gözleri ve düzgün fiziği ile mahalledeki tüm genç kızların hedefindeydi. Normalde şu an benim kulağımın da bir tasa dayalı olması gerekirdi ancak o gün aksiliğim üzerimdeydi. Okuldan geldiğimde çekmecemde sakladığım gizli mektubu bulamamıştım ve bu işin sorumlusu da muhtemelen şu an gözleri kapalı şarkı dinleyen Nazlı' dan başkası değildi. Ve kuşkusuz bu davranışının sebebi, geçen Salı okulu astığını annemlere söylemekle tehdit ettiğim için alması gerektiğini düşündüğü bir tedbirdi. Elimizde sayısız kozlar, şahitler, dosyalar, bilgiler ve arşivler ile adeta satranç oynuyorduk kardeşimle. Örneğin sigara içtiğimi annemlere söylememesi karşılığında, karnesindeki devamsızlıkları çamaşır suyuyla kazıyıp sildiğini saklamıştım ben de ve Alişan ile çıktığımı söylememesi için, altın zincirini satıp arkadaşlarıyla harcadığını.
Nazlı benden iki yaş küçüktü ve aramızdaki iletişim dışarıdan her ne kadar kedi köpek gibi görünse de aslında dengeli ve derindi. Çoğu zaman birbirimizi anlıyor ve koruyorduk. Özellikle de annemle babamın kavga ettiği kabus anlarında. Batmak üzere olan bir gemideki iki miço gibiydik ve gemi giderek su ile doluyordu. Kaptan gemiyi terk etmek üzere, yardımcı kaptan ise çaresizlikten delirmek üzereydi. Biz zavallı miçolar ise ne yapacağımızı bilmez halde ellerimizde kovalar, dışarıya su atmak gibi nafile bir çaba içerisindeydik.
Öğlen okuldan döndüğümüz vakitler genellikle annem ve üç numarada oturan Sebahat Teyze' nin kahve saatine denk gelirdi. Annem, babamla ilgili kendisini üzen ne varsa O' na anlatırdı. Sebahat Teyze apartmanda herkesin akıl danıştığı, bilgili, kültürlü, çalışmış, emekli olmuş hala hayır cemiyetlerinde faydalı olmaya çalışan, herkesin derdine derman olan çok yardımsever, çok iyi bir insandı. Yine de anneme telkinleri hep; 'sabır yavrum, çocuklarının yüzü suyu hürmetine, dayan kızım, geçer, hepimiz yaşadık o zor günleri, çocuklarına sarıl, onlarla ilgilen biraz', şeklinde olurdu. Bunları duymak annemi değilse de Nazlı ve beni çok rahatlatırdı.
Nazlı' yla birbirimize çok benziyorduk, hem fiziksel olarak hem de karakter olarak. Derslerdeki başarımız, ilgi alanlarımız, sevdiğimiz yemekler, nefret ettiğimiz dersler hep ortaktı. Tek kişi gibiydik. O mu daha çok bana yaklaşmaya çalışırdı, ben mi O' na benzemeye çabalardım ya da birbirimize doğru attığımız adımlar eşit miydi, hiç bilemedim. Hatta geçen yıllar içerisinde neredeyse hiç konuşmadan birbirimizi anlayabilecek kadar yakınlaşmıştık. Leb demeden leblebiyi anlıyorduk hep. Aramızda şöyle diyaloglar sıklıkla geçerdi. ''Nazlııııı.. - Tamam abla kıstıımmm.'', ''Ablaaa... -Mayonezli mi olsun?'', ''Hani bir şarkı vardı ya, kadın terk edip gitmiş... -Tanju Okan 'Hasret' mi?''
İkimiz de lisedeydik, hayat önümüzde keşfedilmeyi bekleyen uçsuz bucaksız bir ormandı. Bizler ise ormandaki her şeyi görüp öğrenmek ve her şeye dokunmak isteyen, kendini avcı zanneden birer meraklı kaşiftik. Sınıf birincisi olmasak da derslerimiz iyiydi, başarılıydık. Hem dersleri hem hayatı yönetebilecek kadar zekiydik. Birbirimizi çok iyi tanıdığımız için en çok neyden incineceğimizi çok iyi bilirdik ve bu yüzden kavgalarımız da çok kıyasıya ve acımasız olurdu. En nihayetinde tehditlerimiz ''babama anlatırım'' a varır ve o andan sonra Pandora' nın Kutusu açılırdı.
Babam Nazlı ve bana karşı oldukça anlayışlı ve sevecen olmuştu hep. Her yaz gittiğimiz Orman Bakanlığı kamplarında bizimle tavla, satranç oynar, bazen dördümüz okey oynarız ama okeyde ben hep Nazlı' yla olurum bir dördüncü ararız. En derine dalma ve yüzme yarışında bir ben, bir Nazlı galip gelir, babam hakem olur, annem kıyıdan bağırır: ''Çok derine gitmeyiiin, korkuyorum.'' Annem hep korkar.
Ömer Abi' ye mahalledeki tüm kızlar hayran ama ben değilim. Çünkü O' nu Şişman Pastanesi' nde gördüm. Şişman Pastanesi' nin arka masaları, hayatı keşfetmek için okulu asan liseli çiftler ile kimseye görünmek istemeyen ve gidecek yeri olmayan yasak aşıklara rezervedir. Bunu herkes bilir. O sabah Ömer Abi' yi, Defne Kırtasiye' nin oğlu Suat ile aynı masada görünce Alişan ile pastaneye girmekten hemen vazgeçtim tabi ama gördüğüm şeye emin olmak için de pastaneden çıkıp, tekrar geri döndüm. Ve hiç kimsenin görmediğini, hiç kimsenin bilmediğini öğrenmiş oldum. Tabii ki bunu Nazlı' ya söyledim. Bu büyük sırrı ona verdim; bir gece evden çıkmama ve fark edilmeden eve geri girmeme yardımcı olması karşılığında.
Babam, sık sık seyahate çıkıyor; annem, ben, Nazlı kalıyoruz evde. Annem bizimle konuşmuyor genellikle Sebahat Teyze' yle beraber. Sebahat Teyze bizi ondan daha çok önemsiyor gibi. Anneme hadi çocuklarla pide yemeye gidelim diyor ya da sinemaya yeni film gelmiş hadi ona gidelim diyor. Annem hep yorgun, hasta; hep şikayetçi babamdan ve hayattan, hep bir yerleri ağrıyor. Böyle günler, Nazlı' yla en çok birbirimize yaklaştığımız günler.
Yine öyle bir gün, odamızda sıkılıyoruz. ''Nazlı'' diyorum; ''Doğruluk mu, cesaret mi?'' ''-Cesaret tabii'' diyor. ''Balkon demirlerinin arka tarafına geçeceksin o zaman.'' diyorum. Karşılığında hemen gidip bakkaldan ''Vienetta'' alacağım, diyorum. ''Tamam'' diyor, gülümseyerek. Nazlı balkon demirlerinin arkasında, annem geliyor. Gözleri fal taşı gibi açılmış: ''Sedaaa, buraya gel, komşular yetişiin, Sedaaaaa içeri gel kızım.'' ''Anne, diyorum ben buradayım zaten, dışarıdaki Nazlı, ben değilim, ben buradayım.'' Nadya Teyze ve Ömer Abi çarşaf bir şeyle uğraşıyorlar Nazlı aşağıya düşerse diye. Sebahat Teyze geliyor eve, ''Ah kızım Sedaa, gel yanımıza, düşeceksin yavrum, bak düzelecek her şey.'' diyor, ''Sebahat Teyze ben buradayım, dışarıdaki Nazlı.'' diyorum. Kimse duymuyor beni, kimse görmüyor. Herkes Nazlı' yla meşgul.
Nasıl oluyorsa Ömer Abi' yle Suat, yakalıyorlar Nazlı' yı, içeri çekiyorlar. Anne diyorum, bu kadar tantanaya ne gerek var, gidip bir 'vienetta' alacağım, içeri gelir Nazlı. Herkes Nazlı' ya benim adımla sesleniyor; ''Sedaa, Seda, iyi misin kızım?'' Nazlı hafif bir baygınlık ve buhran içerisinde gibi. Babam geliyor odaya. ''Ya anne'' diyorum, ''Oyun oynuyorduk biz, babamı neden çağırdınız, işinden gücünden, toplantısı vardır onun.'' Kimse ama kimse beni görmüyor. Nazlı kendine gelir gibi olurken, sayıklıyor, ''Sedaa, aldın mı pastayı, sözünü tuttun mu?'' ''Evet, diyorum evet hemen alıyorum Nazlı' cım sen dinlen bir tanem, canım kardeşim benim.'' Kimse beni duymuyor. ''Seda sensin diyorlar, sensin diyorlar Nazlı' ya.''
O gece, odamızdayız Nazlı ve ben. ''Nasıl bir şeye bulaştık böyle'' diye soruyor Nazlı. ''İnanabiliyor musun abla, diyor, benim var olmadığımı düşünüyorlar, hem de hepsi.'' ''Film gibi...'' diyorum. ''Ne yapacağız peki?'' diyor, çok endişeli. Tam cevaplayacağım, babam giriyor odaya, Nazlı' ya yöneliyor. ''Seda' cığım, diyor, biliyorum kafan karışık, biliyorum çok yanında olamadım son zamanlarda, ama bil ki tatlım sen benim için hep ilk sıradasın, bundan sonrası çok farklı olacak göreceksin, yaşa ve gör, şimdilik iyi geceler'' diyor ve çıkıyor. Biraz sessizlik... Sonrasında ''Nazlı, diyorum; Senin var olduğunu ben biliyorum, yetmez mi?'' ''Yeter'', diyor, ''Sen bil, bana yeter...''
Annem ve babam birer cephe arkadaşı oldular. Birbirlerine nasıl sarıldılar, kader birlikteliği içerisinde, nasıl bağlandılar birbirlerine, inanamıyorum. Beni Nazlı diye birinin olmadığına iyice ikna etmek için gösterdikleri çaba olağanüstü. Tek kızlarının ben olduğuna ve Nazlı' nın olmadığına o kadar inanmışlardı ki, onlar ve herkes. Tabii ki biz de bu oyunu bozmuyoruz, çünkü görüyoruz ki annem ve babam hiç olmadıkları kadar inançlı, bir arada ve mutlular. Peki dedim, Nazlı yok. Sizin tek kızınızım ben. Aslında epeyce de işime geldi bu durum, onca sır, dosya, şahit, tehdit hepsinden tek kalemde kurtulmuştum. ''Değil mi'', dedim: ''Nazlı' ya gülümseyerek'' Göz kırptı, ''Abla dedi, Sen ne dediğinin farkında mısın acaba? Onlar yok bilsinler, dokunma, boş ver. Ama sen ayağını denk al, ben yanındayım daima...''
Not: Kurgu tamamen hayal ürünü olup, gerçek hayatımla ilgisi bulunmamaktadır.
İllüstirasyonlar Nicoletta Ceccoli' ye aittir.