27 Şubat 2018

En Çok Biz

5-0 avans verdim bu hayata. Yük de taşıdım, su da sattım, çocuk da baktım küçük yaşımda. Annemi azarlayan patrona, babamın sarhoşluğuna, kalemsiz kitapsızlığıma, yediğim dayaklara, açlığa susuzluğa daha az üzüldüm yalnızlıktan. Yalnızlık bir derin çukur. Karanlık, ıslak ve soğuk. Bağırsan, çığlık atsan duymazlar. Keşke bir kardeşim olsaydı, yalnızlığımı, acılarımı paylaşabileceğim.

1980 kışının başlarıydı. On yaşlarındayım. Evde kömür, aş yok. Dışarısı evden sıcak. Battaniyeler, yorganlar kaskatı donmuş, ısıtmıyor. Okula bir aydır gitmemişim ayakkabısızlıktan. Kapı vuruldu. Komşular sosyal hizmetlere haber vermişler, korkmuşlar öleceğimden bakımsızlıktan. Devlet baba ile tanışmam işte böyle oldu.
Yuva evim oldu, tüm çocuklar kardeşim. Ama bu kolay olmadı. Aynaya her baktığımda gördüğüm kıza acıdım, çok acıdım. Yuvada yemek vardı, sıcaktı, eğitim vardı ama beslenebileceğimiz sevgi kırıntılarına muhtaçtık. Başımıza gelen her kötü şeyin sorumlusu, suçlusu bizdik. Okulda sessiz, ürkek, kısacık kesilmiş saçlı kızlardık. 

Büyüdük. Şanslı olanlarımız devlet sınavları ile devlet kurumlarına yerleşti. Akıllı olanlarımız aldıkları maaşları bol bulup, har vurup harman savurmayıp, zıvanadan çıkmayıp verilen imkanların kıymetini bildi. Daha akıllı olanlarımız üniversiteyi bitirip, kariyerlerinde ilerledi, hırs yaptı, çok okudu, kendini geliştirdi. Duygusal olanlarımız pembe panjurlu ev hayallerini ilk güvendiklerine teslim etti. Bazılarımız ise yitip, kaybolup gitti.

En çok biz bildik kardeşlerimizin kıymetini. Bir tabak sulu yemeğe bandığımız ekmeklerin lezzetini, tercih ettik pahalı restoranlara.
En çok biz bildik saygınlığın değerini. Acınarak bakılanlardan, özenerek bakılana terfi ettirdik kendimizi.
En çok biz bildik paranın kıymetini. Yaşanmadan biriktirilenden değil, dostlarla göz kırpmadan ezilenden yana koyduk tavrımızı.
En güzel filmleri biz izledik sinema salonlarında, Yüreğimiz titreyerek, bir sahneyi bin kez anlayarak, anlamı birbirimizin gözlerinde bularak.
En güzel tatilleri biz yaptık. Sevdiklerimizle, kamp ateşinde, çadırda, pazardan aldıklarımızı pişirerek.
En güzel adamları biz sevdik. Merhametli, güvenilir, insan olanları.
En çok biz istedik aile olmayı. Zerre kötülük sokmadık yuvalarımıza. Çocuklarımızın kokularını en derine biz çektik, gözlerine en çok biz baktık kendi çocukluğumuza bakarcasına...

Not: Yazı tamamen kurgusal olup kendi yaşamım ile ilgisi bulunmamaktadır.
Görsel:Burak Ergin

22 Şubat 2018

Gün Batımı


GÜN BATIMI | ANKARA DT
1 perde | 55 dakika
Yazan : . | Oyunlaştıran : ALİ İHSAN KALECİ | Yöneten : ALİ İHSAN KALECİ

KONU :
Uzun ve karanlık bir gece başlar. Shakespeare’in kahramanları kendi kaderleriyle karşı karşıyadır. Ölüm ve yaşam bir aradadır. Mevlana’nın hikayeleri ve bu hikayelerden gelen sufi bakış ile Hamlet, Macbeth, Othello gün atımına ulaşmak isteyen insanlığın ortak serüvenini dile getirir.

OYUNCULAR: 
MEHTAP ÖZTEPE-SÜKUN IŞITAN-SUAT KARAUSTA-DİLEK BOZKURT-AYLİN DİNÇ-NESLİHAN DERYA DEMİREL-BAŞAK POLAT KARSAVURAN

İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi, Ankara' nın en sevdiğim sahnelerinden biri. Salona girince sahnenin ahşap kokusunu alabildiğiniz başka bir yer var mı, bilmiyorum. 

Oyuna Shakespeare’ e sufi bir bakış açısı, doğu-batı sentezi görebilme beklentisi içerisinde, heyecanla gittim. 
Oyunda anlatıcı(Dilek Bozkurt); Mesnevi içerisinde yer aldığını tahmin ettiğim bir öykü anlatıyor. Burada bir gece yolculuğu, bir kervanın bir dere kenarına gidip, konaklayıp geri dönüşü, çocukluğa dair bir anlatı şeklinde veriliyor. Anlatı metninde üç benlikten bahsediliyor. Bunlar gece yarısı (Kıskançlık-Othello), zifiri karanlık (Hırs-Macbeth), alacakaranlık(İntikam-Hamlet) olarak imgeleniyor. Yazar tarafından hedeflenen Mesnevi' nin içerisinde Hamlet, Macbeth ve Othello' yu bir öykü gibi sunabilmekmiş. Oyunda bunların can alıcı noktaları ve final sahneleri yeniden izleyiciye aktarılıyor. Son mesajda ise sufi felsefesine uygun olarak hayat ve ölümün yakınlığı, insanın egolarından ve olumsuz duygularından arınması gerekliliği kendi kültürel öğelerimiz kullanılarak, şiirsel ifade ve tiradlar ile verilmeye çalışılıyor.
Oyunculuklarda Mehtap Öztepe ve Sükun Işıtan lokomotif konumda ve gayet başarılılardı. Ama diğer oyunculuklar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Suat Karausta' yı daha önce Yeraltından Notlar oyununda uşak rolü ile izlediğimi hatırlıyorum.
Kocaman sahnede dekor olarak sadece bir kaç mum kullanılmıştı. Bomboş sahne, oyuncuların dans ve hareketleri ile doldurmak istenilse de, iyi bir koreografinin eksikliği şiddetle hissediliyordu.

Müzikal anlamda oyunu gayet başarılı bulduğumu da belirtmeliyim. Ve ilk kez müzisyenlerin oyunculardan daha fazla alkış aldığı bir temsil izledim :)

Sonuç olarak yazarı olmayan bir oyuna gitmek, sonunu bilmediğin bir yolculuğa çıkmak gibiymiş :)

Geçişler arasında ise daha önce “Cerag”; “Türk Dünyasında Atın Türküsü” ve “Türk Dünyasından Esinler” gibi albümleri bulunan İrfan Gürdal; oyun boyunca arka planda, üç kişilik müzik ekibiyle canlı olarak Saadi ve Hafız’dan şarkılar söylüyor.Iklığ; rubap; davul gibi, Türk dünyasına ait müzik aletleri ile keman tınıları, zaman zaman koroya, zaman zaman karakter oyuncularının şiirsel sözlerine eşlik ediyor.













15 Şubat 2018

Onbir Biterken (İmdat Evde Ergen Var)

12 den önce; 
-Çalınmadan ve sonrasında 'gir' sözü duyulmadan girilemeyen odalar,
-Çantanın orasına burasına saklanan parça pinçik ders içi notlaşma kağıtları,
-Sıkça duyulan 'anne siz gidin ben evde kalıcam' cümlesi,
-Bolca göz devirme :)
-Sürekli takılı olan kulaklıklardan dolayı, cevapsız sorular,
-Olduk olmadık şeylere bol yüksek sesli kahkahalar ile gülme,
-Tüm kurallara tepkisel yaklaşımlar, bir dağınıklık, pasaklılık, pislik :)
-Bir türlü doyurulamayan bir iştah (maşallah :))
-Telefonda saatlerce sohbet etmeler,
-Bilmediğim deyimler, laflar garip bir lisan,
-İngilizce şarkı sözlerini sayfalarca üşenmeden yazmalar,
                          hafif bir ter kokusu eşliğinde bizim eve nüfus etti...
Önce anlamadım. Gelip geçici bir rüzgar zannettim. Ama değilmiş. Evin her yerini gezip dolaştıktan sonra en yaygın haliyle eşit miktarlarda her alana yayıldı. Yavaş yavaş varlığını yoğunlaştırmaya başladı. 
İlk çatışmalarımızda halihazırda cebimde bulunan savunma cümlelerini savurarak alttan almadım tabi. Nereden bilebilirdim tüm ezberimi bozacak yetişkin sözlüğünden bir çuval lafla beni bombardımana tutacağını. 'Ona hakkım var' 'buna hakkım var' 'ona hakkın yok' 'buna hakkın yok' derken bir haklar karmaşasına düşmeyelim mi?
Önce bir sığınak yaptım kendime, girdim içine. Yavaş yavaş az çatışma, asgari müşterek, azcık esnetme, bazen sertleşme derken bir düzen tutturduk şimdilik. 
Bu yeni havayı, anne-kız sohbetlerini, gezmelerini, eğlencelerini pek sevdim. Zaten gerçekten çok severim ergenleri :))
Hoş geldin ergenlik, hoş geldin 12 :)

10 Şubat 2018

Radyo-Yu Hümayun


RADYO-YU HÜMAYUN | ANKARA DT
2 perde | 2 saat 5 dakika
Yazan : ÖZLEM LALE | | Yöneten : İLHAM YAZAR

KONU:
“Belki Radyo-yu Hümayun’u kurup, başına beni geçirirler.”
Söz konusu aşksa, olmaz olmaz demeyin. E onlar da aşkları uğruna olmayacak işlere girdiler. Gireyazdılar... Girmeye çalıştılar... Yani, hikaye varsayımsal, hissiyat gerçek.

OYUNCULAR :
- ALİ FUAT DAVUTOĞLU - AHMET BURAK BACINOĞLU - TOLGA TEKİN -  ŞİRİN GİOBBİ - L. FERAY DARICI - SERDAR KAYAOKAY - PELİN ŞAHİN - ELİF KAMAN - BERKAY ŞEKERCİ - ÜMİT ATALAY - BARKIN KENAN

Bu sezonun en beğenilen, en eğlenceli müzikli komedisi. Oyunun ismi biraz çağrıştırsa da 'hümayun' kelimesinin anlamı ile başlamak istiyorum. Hümayun: 'Bazı İslâm devletlerinde ve özellikle Osmanlılar'da hükümdarı ve hükümdara aidiyeti ifade etmek üzere kullanılan bir terim.' Yani Radyo-yu Hümayun' un anlamı sanırım 'devlet radyosu'.
Osmanlı, 2.Meşrutiyet dönemi, İstanbul' da geçiyor oyunumuz. Osmanlı dönemi oyunlarını devlet tiyatrolarında son zamanlarda sıkça görmeye başlasak da bu oyun, alışık olduğumuz metinlerden farklı. Döneme değil kişilerin küçük yaşamlarına odaklanarak ve mizahı ön plana çıkararak bunu ortaya koyuyor. Yöneten İlham Yazar' ı 'Yastık Adam' ve 'Joko' nun Doğum Günü' nden anımsıyorum. Tiyatro zekası deyince aklıma ilk gelecek isimlerden biri olduğunu söylemeliyim.

Sahnede muhteşem bir beşli var:

Ahmet Burak Bacınoğlu(Hayri): Hayrunnisa’ nın kardeşi Hayri, sarayda bir sultana aşık. Bu konu ile ilgili bir kavgaya karışıp, saraydaki görevinden atılıyor. 

Feray Darıcı(Hayrünisa): Güçlü ve becerikli bir abla karakteri. Kardeşi Hayri ile sürekli bir çatışma içinde. Hayri' ye epeyce müdahale ediyor.
Serdar Karaokay(Mehmet): Hayrünisa' nın ud hocası. Çok naif, kibar bir karakteri var ve Hayrinüsa' ya aşık.
Tolga Tekin(Kenan): Ud hocası Mehmet' in ikiz kardeşi. Yurt dışına mühendis olmak için gitmiş ama ressam olarak dönmüş. Çapkın bir karakter.
Şirin Giobbi(Efser Kalfa): Hayat tecrübesi bu dört kişiden daha fazla. İşler kötü gittiğinde pratik çözümler bulup, beşliyi zor durumlardan kurtarıyor.

Ve Ali Fuat Davutoğlu,  Mehmet ve Kemal' in dayısı bir paşa olarak karışımıza çıkıyor. Devlet-i Ali' de prestijli bir konumda çalışıyor. Bu oyun ile ayrıca tefeci Moşe rolü ile Barkın Kenan, Ümit Atalay ve Berkay Şekerci de genç oyuncular olarak 'bundan böyle biz de varız' diyorlar. 
Sahnede güzel konumlandırılmış bir orkestra, hem Türk Sanat Müziği ile hem ufak tefek varlıkları ile oyunla iç içe geçiyor. Ve iki anlatıcı, çıtı pıtı, kah dekorları değiştiriyor, kah oyunu dondurup izleyiciye açıklamalarda bulunuyor. 
Oyunun konusu Kenan ve Hayri' nin radyo icat ederek hayattan yırtma çabalarını konu alıyor. Tabi bu icat için gereken parayı tefeciden temin edip, akabinde çaldırmalarıyla işler karışıyor. Tiyatroda güldürmenin çok zor olduğunu göz önünde bulundurursak oyunun genel olarak izleyiciyi yakaladığını düşünüyorum. Feray Darıcı ve Serdar Karaokay' ın oyunculuklarına bayıldım. Ne kadar duru ne kadar samimi ne kadar başarılıydılar. İkisini de tebrik ediyorum. Ayrıca tüm oyuncuların birbirleriyle uyumu da oyun kalitesi ve akıcılığını artıran unsurlardı. 
Bu enerjisi yüksek ve dinamik oyunu kaçırmayın derim. Evet belki kahkahalar atmayacaksınız ama sıcacık bir hikayeyi tebessümle izleyeceksiniz.

3 Şubat 2018

Uzaylı

Bazen yaşadığım kültürel farklılıklar ve alışkanlıklardan dolayı, bulunduğum yere ait olmadığımı, hatta farklı bir gezegenden geldiğimi düşünüyorum:)

Öğrenciyken bulunduğum çevrede;
Gösterişli giyinmek avamdı.
Makyaj, süslenmek cikslikti.
Fikirlerinle değil, görünüşünle popülersen puanın eksiydi.
Başkasına hesap ödetmek ayıptı.
Kadın-erkek eşitti. 
Paylaşmak erdem, mülkiyet düşkünlüğü zafiyetti. 
Dara düşene yardım sorgulanmazdı, adettendi.
Ağzımızdan çıkan yemindi.
Arkadaşının yarasını başkalarına göstermek adilikti. 
Lüks tüketim görmemişlikti.

İşe başladım, önce ben değiştim biraz;
Kot ve spor ayakkabıdan sonra kumaş pantolona,
Dudak parlatıcısından sonra ruja,
Az topuklulara alıştım.
Beceriksiz centilmenleri,
Sahip olduklarını gösterme heveslilerini,
Dedikodulu ortamları,
Yüze gülüp, arkadan konuşanları,
Hesap ödemekten kaçınanları,
Güç odaklarına yaklaşanları,
Küçük hesapları,
Farklılıklara saygısızlığı, 
En çok konuşanların en boş,
En çok suçlayanların en suçlu olduklarını fark etmeye başladım.

Yalnızlık, dışlanmışlık kötü elbette. Ama bir süre sonra yalnızlığın insan yoksunluğu değil, umut yoksunluğu olduğunu anlıyorsun. Ve karakterini değiştirmeden tavrını değiştirerek istediğin mesafeleri koruyabileceğini keşfediyorsun. Tabi uzun bir süre sonra da karşılıklı adımlarla ya da yakın hissettiklerine daha çok enerji ayırarak bir denge tutturuyor insan. Onlar sana alışıyor sen onlara...