29 Haziran 2010

kum boyama

kum boyama setini elif e ayşe teyzesi hediye etti. biz de dün akşam hemen işe koyulduk... ilk olarak içinden çıkan kürdan ile ana hatları belirleyen kağıdı çıkarıp siyah kum döküyoruz ve sallıyoruz. kumlar iyice yapışınca fazlalıkları alıyoruz ama atmayın çünkü sonra unutulan yerlerde kullanmanız gerekebilir. her yer boyandıktan sonra da jelatinin içerisine koyup, kapatıyoruz. elif de ben de kum boyamayı çok sevdik :)

sanal dünyadan gerçek yaşama

bundan 3 yıl öncesine kadar, internetten sanal arkadaşlar bulacaksın sonra onlarla telefonda konuşacaksın, hatta ve hatta buluşacaksın, ailece birbirinize gidip geleceksiniz deseler sanırım bunun mümkün olamayacağını düşünürdüm... internetten tanıştığı biriyle buluşmaya giden yakınlarım için ise endişelenir, hiç tanımadığı biriyle buluşmasının doğru olmadığını söylerdim. peki ya şimdi...

kendimi yapayalnız hissederken, 19 ay arayla çocuk doğuran tek anneyi kendim zannederken, aynı anda kızımın 2 yaş sendromu oğlumun kolik ağrılarıyla boğuşurken tanıdım onları... bana ne kadar iyi geldiklerini, birbirimizi ne kadar iyi anladığımızı görünce daha da sevdim, bağlandım... şimdi hem bizim hem çocuklarımızın bir çok ortak noktada buluşan, sahici birer arkadaşlığı var. onlarla birlikte, gündelik rutinlerinden haberdar olduğum, bir şey olduğunda telefonla ulaştığım, eşimin bile ismen tanıdığı, farklı şehirlerde yaşasak da ilk fırsatta görüşmeye can attığım bir grup arkadaşım daha oldu. bunun için bebekkokusu.com a teşekkürler...

blog nedir bilmezken gülay ın sayesinde tanıştım bloglarla ve yepyeni bir pencere açıldı yaşamımda... ne kadar özel insan tanıdım, yazılarını ne kadar çok sevdim ve ne kadar başarılı buldum... bir yanım yazmayı çok sevdiği için ben de istedim bir blogum olsun... başlarda biraz utangaç ve ziyaretçilere kapalı da olsa sonraları paylaşmak istedim tüm sevdiklerimle. ve oldu da, kendimi rahatça ifade ettiğim, huzur bulduğum yerim, ruhumun dışarıya açılan penceresi...

28 Haziran 2010

araba kullanmak

ehliyetim 1996 tarihli. 18 yaşımı doldurur doldurmaz almıştım. 14 yıllık sürücü ehliyetine sahip olmama rağmen, yeni yeni tecrübe ediyorum araba kullanmayı... bu işi gerçekten öğrenmek isteyen biri 2,3 ay gibi bir süre mümkünse her yere arabayla gitmeli... eğer benim gibi sadece kısıtlı zamanlarda kullanabiliyorsa acemilik dönemi uzayıp gidiyor... yaklaşık 2 ay önce başladım trafiğe çıkmaya. kızımla beni sabahları evden işyerine kadar eşim bırakıyordu. başlarda bu yolun en risksiz 1/3 lük mesafesinde kullandım, sonra 2/3, bir süredir de tamamında kullanıyorum. bu arada tecrübe olsun diye izlediğim 3 farklı yol var, her gün farklı bir güzergahdan geliyorum. haftasonları ise 2 küçük çocuğu arabada oyalamak biraz sıkıntı yarattığı için ve daha güvenli olduğu için genellikle araba kullanma işini eşime bırakıyorum. bu şekilde şoförlüğü ilerletebilir miyim acaba... bir de sürdüğüm yollar genelde yokuş aşağı yani arabayı stop ettirme ya da kırmızı ışıkta geri kaydırma riskim yok. henüz tek başıma trafiğe çıkmadım. genellikle eşimin talimatlarına göre kullanıyorum. sağa geç, vitesi 3 e al, buradan döneceksin, kırmızı yandı vb...

1- tek başına trafiğe çıkmak bir dönüm noktası olabilir, hem de insanın kendine güvenini getirebilir. en kısa zamanda denemek istiyorum.

2- tek başıma bir yere gitmeden önce izleyeceğim yolu tek tek kafamda planlamalıyım.

3- yokuş bir yerde dur kalk yapmam gerekirse el freni ile güvenli kalkışı tercih etmeliyim.

4- başlarda park sorunu olmayan yerlere gitmeliyim.

5-en kısa zamanda yokuş yukarı olan yerlerde sürüş deneyimlerimi artırmalıyım.

25 Haziran 2010

elif in çizimleri

elif son günlerde anlamlı şeyler çizmeye başladı :) 1 ay öncesine kadar sadece kafa çizdiği için bu gelişme tarafımdan takdirle karşılandı... kaybolup gitmesin, ileride bakarız, hoşumuza gider düşüncesiyle de buraya koyuldu....
civciv :)

kolları olan adamımız :)
el :)

klasik elif çizimi. 2 yaşından beri çizdiği tek figür...

gemi :)

neden

karşımda şehir manzarası, dağlarında toprak görünmüyor kiremit çatılı evlerden... güruhlar halinde yeşil ışıklarda karşıdan karşıya geçen insanlar yaşıyor burada. her birinde ayrı telaş, ayrı düşünce ayrı endişe... okullar tatile girdiğinden beri elleri kitaplı öğrenciler yürümüyor artık sokaklarda ama çoğaldı bahçelerde parklarda toplanan çocuk yüzleri... çocuk yüzleri semte göre değişir bilir misiniz. mesela öğle paydoslarında dışarı çıkınca saçları düzgün taranmış, temiz özenle giydirilmiş, düzgün konuşan çocuklarla karşılaşırım. akşamları kızımla servisten inip çocuk parkına gittiğimizde ise çocuklar yaşlarından daha olgun davranır, hemen kavgaya tutuşmaya meyillidirler, biraz tedirgin bakarlar ama gözlerinde hep bir pırıltı vardır.

akşamları yaşadığımız park deneyimlerinde beni sarsan bazı olaylara da tanık oluyorum. kızımla parka gittiğimizde genellikle 7,8 kişilik yaşları 2 ila 10 arasında bir çoğu kardeş ya da akrabalık ilişkisi içerisinde olduğunu tahmin ettiğim çocukla karşılaşırız. yetişkin olarak yalnız olmak bana garip bir kontrol duygusu veriyor. yerdeki küçük taşları avuçlayıp birbirine atan ya da havaya atıp taş yağmuruna sebep olan çocukları hep uyarıyorum. o akşam yaptığım uyarı dikkate alınmayınca biraz sert bir tonla azar boyutuna ulaşan bir uyarım oldu 8 yaşlarında bir erkek çocuğa. çocuk 6 yaşlarında tatlı bir kıza atıyordu taşları... benim bu sert çıkışım karşısındaki tavrı küçük kıza tekme tokat girip, "benim asabımı bozmaa" diye bağırmak ve yerden aldığı bir avuç taşı kızın yüzüne fırlatıp sonra da parktan uzaklaşmak oldu.

ben afalladım, hiçbir şey yapamadan sadece baktım arkasından sonra küçük kızı teselli etmeye çalıştım. bu olayı annesine babasına anlatmasını ve yapılan davranışın mutlaka cezalandırılması gerektiğini anlatmaya çalıştım.

o günden beri neden diye soruyorum kendime, neydi ona bunları yaptıran... yaşadığı evi annesini, babasını ve ona olan yaklaşımlarını merak ettim, düşündüm. bütün bunlara şahit olan ve benim gibi kalakalan kızıma da hiçbirşey söyleyemedim.

22 Haziran 2010

sünnet hakkında

çok iyi bildiğimizi sandığımız şeyler başımıza gelince ne de çok düşünülmesi, planlanması, ayarlanması gereken ayrıntı olduğunu anlıyoruz. sünnet de bunlarda biri benim için.

öncelikle bir çok yöntem olduğunu öğrendim koter tekniği, cerrahi yöntem, çan tekniği, klamp tekniği bunlardan bazıları. sonra sünneti yapacak kişinin seçimi sünnetçi mi, ürolog mu, çocuk cerrahı mı olacak. sonra uygulanacak anestezi yöntemi genel mi, lokal mi, lokal + sedasyon mu... insanların tecrübelerini dinleyince daha çok kafam karıştı çünkü herkesin kesinlikle çok memnun kaldığı ve şiddetle tavsiye ettiği klinik, doktor, yöntem mevcut ve malesef hepsi de farklı farklıydı...

sünnet uzun zamandır gündemimizi meşgul eden bir konuydu. çocuklarda sıklıkla rastlanan darlık ve yapışıklık sorunu erende de vardı. bu da ara ara enfeksiyon yaşamasına sebep oluyordu. biran önce yapılmasını istiyorduk ancak yoğun grip ve nezleli bahar aylarında ne kadar çok yeltendiysek de hep ertelemek zorunda kaldık. anestezi yöntemi de bizim için önemliydi bu yaş grubuna cerrahlar hep genel anesteziyi uygun görüyor her ne kadar biz bu konudaki endişelerimizi iletsek de lokal bir şekilde yapılan sünnetin yaşatacağı psikolojik travmanın genel anestezinin olumsuzluklarından daha fazla olduğunu, endişelenmememizi söylüyorlardı. en sonunda 19 haziran 2010 cumartesi günü özel bir üniversite hastanesinde, çocuk cerrahınca, cerrahi yöntemle ve genel anestezi uygulanarak eren sünnet oldu.





bize verilen odada biraz bekledikten sonra ameliyathaneye yakın doktorların bekleme odasına alındık. burada eren in deri altına onu sakinleştirecek daha önce görmediğim hava gibi birşey verdiler. 10-15 dk sonra eren sersemlemeye başlamıştı ve giderken ne bize baktı ne birşeye itiraz etti. onu doktorlara teslim ettikten sonraki bekleme sürecinin zorluğunu her anne baba az çok tahmin eder... ne kadar risksiz basit bir işlem olsa da hep aklımıza kötü senaryolar üşüşür, herşeyin yolunda gitmesi için dualar ederiz. eren i tekrar odaya getirdiklerinde gözleri kapalı ve henüz kendine gelmemişti... 20 dakika kadar sızlandı, kendini geriye attı. bu her vakada yaşanan ancak eren de biraz daha yoğun yaşadığımız narkozdan uyanma süreciydi. ben o zaman ne yaptık biz dedim, sapasağlam çocuğu ne hale getirdik... sonra 1,5 saat kadar uyudu, uyandığında daha sakindi. uykudan uyanır gibi gözlerini açtı, bişeyler içirmeye çalıştık ama huzursuzluğu ve ağrısı vardı. öğleden sonra eve geldik biraz daha uyudu, akşamüstü dışarıya çıkmak istedi, hep birlikte bahçeye indik. ertesi gün bandajını çıkarmak zor oldu. bol solüsyonla yumuşatmaya çalıştım ama hem flasterleri hem sargı bezini güçlükle çıkardık... neyseki herhangi bir kanama olmadı ama eren in çığlıkları yüreğimi acıttı... sargı çıktıktan sonra çişini yaparken yanma başladı ve bu şikayeti hala devam ediyor. dün izinliydim ve eren in kontrolü vardı... doktor güzel bir sünnet olduğunu herhangi bir sorun olmadığını söyledi. şu an babannesiyle. aradım, huzursuz huysuz değilmiş...


bir de olayın elif boyutu var... bu haftasonu kızımla fazla ilgilenemedik. ne olur ne olmaz diye kardeşiyle yalnız bırakamadık... sürekli uyarılarımıza maruz kaldı. kardeşinle dikkatli oyna, oyuncağını alma vb. bir de ne söyleyeceğimi bilemediğim için eren in pipisinin yara olduğunu doktorların onu tedavi ettiğini söyledim. pazartesi sabah babası kreşe bırakırken "baba, ben size küskünüm" demiş. "haftasonu benimle oynamadınız" neyse akşam telafi ettik biraz.. bundan sonra eren iyileştikçe bu sorun da kendiliğinden çözülecektir.

17 Haziran 2010

yeni amblem

ankara büyükşehir belediyesi'nin yeni logosu olarak belirlenen ankara kedisi meclis toplantısında oy çokluğuyla kabul edildi.

ankara nın simgesinin kedi değil keçi olduğunu sanıyordum ayrıca bir gözü mavi diğeri yeşil olan van kedisi değilmiydi.... üzerinde "ankara" yazmasa hayatta anlaşılmaz nereye ait olduğu... acaba cami logosu istemeyenlere nankör kedi demenin ince bir yolunu mu düşündüler ya da fareleri kaçırmaya çalışıyoruz gibi bir mesaj olabilir mi içeriğinde. açıkcası görünümünden daha fazla anlam yüklemeyi istiyorum bu logoya... tarafsız bakmaya çalışıyorum ama biraz daha ankara yı çağrıştıracak birşeyler düşünülebilirdi. ben hitit güneşini geri istiyorum...

14 Haziran 2010

hafta sonundan kareler


elif in scooter sevdası sonunda onun adına zaferle sonuçlandı... tehlikeli diye almama yönünde gösterdiğim direnç, nerede scooter görse tepesinden inmeyen elif nedeniyle kırıldı. eren de bu yeni oyuncağı çok sevdi... kavgasız kazasız kullanırlar umarım...


bizim evde de kış hazırlıkları başladı, eren bezelyeleri büyük bir dikkatle çıkarıp, bana yardım etti... sırada çilek reçeli var :)
eren ananesinin evindeki aynada şirinlikler yaparken...

7 Haziran 2010

hafta sonu

sabahları kalkış saatimiz 6 civarında, bu durum hafta içi koşuşturmadan hazırlanabilmemize olanak sağlıyor. hafta sonları da güne erken başlamak konusunda bir şikayetimiz yok ancak bu kadar erken kalktığımız için mutlaka bir öğlen uykusu uyumamız şart oluyor. öğlen uyku saatimiz genellikle 1 civarında. 2 saatlik bir uyku her ikisine de yetiyor. böylelikle saati 3 yapıyoruz. bu güzel yaz günlerinde dışarıda daha çok vakit geçirmek istesek de evden çıkışımız en erken 3 buçuk oluyor.

cumartesi günü altınparka gittik...
sonrasında da arkadaşlarımızı görmeye, çok özlemişiz hepimize çok iyi geldi :) pazar sabahı yağmurlu, bulutlu, gri bir ankara ya uyandık...
ve evde biraz vakit geçirdikten sonra, anneanne ve dedemizi yeni evlerinde ziyaret ettik...elif le babası kısa avm ziyaretinden gayet mutlu döndüler...işte hafta sonumuz böyle geçti, ben de bu arada birkaç fotoğraf efekti denemiş oldum...

3 Haziran 2010

emek evim, baba evim

emek evimiz, 1982 den bu yana kimleri misafir etti, kimleri uğurladı telli duvaklı... çocukluğumun, ergenliğimin geçtiği, yetişkinliğe adım attığım baba evim... ah bir dili olsa da konuşsa, nelere şahit o duvarlar, ne isyanlar, ne mücadeleler, ne kavgalar barındırır içinde... bunca bilmenin ağırlığı altında ezilmiş, üzerinden ordu geçmiş gibi yorulmuş, hırpalanmış ve şimdi içi boşaltılmış, sessizliğe terkedilmiş onca yaşanmışlığın izleri asılı durur hala...

4 katlı binanın 4.katı.. artık çıkamazdı ki merdivenlerini o yorgun bacaklar... isteyerek değil terkedilmişliğin, isteyerek değil ayrılığımız bir mecburiyetin sonucu...

ne yeni yıllara girdik, ne doğumgünleri kutladık birlikte... ne kararlar aldık olağan aile toplantılarımızda... baharı bahçendeki çağla çiçeklerinden anlar, ayağımdaki kışlık botlardan kurtulmanın hafifliğiyle 4 er 5 er hızla iner çıkardım merdivenlerini...

hangimiz iz bıraktı duvarlarında... o gömme dolaplarında hangimizin eski kıyafetleri, anıları gizliydi, ranzaların, masaların altında kimlerin elyazıları vardı... onca resim onca eşya yıllar yılı birikti de birikti... atılamıyor ki, kıyılmıyor anı yüklü eşyalara...

karşı apartmanın çatısındaki güvercinler, odamdan gördüğüm nöbetçi erler, hep özendiğim o güzel teras kimlerin penceresinde manzara olacak şimdi...

31 mayıs 2010 taşındılar... bir kamyon geldi yüklendi ve gitti...yeni bir mahalleye, yeni mahalleye... nasıl geçmem önünden, nasıl gitmem ki kapına hala cebimde dururken anahtarın...

böyle kolay olmasına şaşırdım... annem, babam, ablam evimizle özdeşleşmiş nasıl bu kadar kolay oldu o eşyaların çıkması, evimizin öyle bomboş kalması...
hoşçakal hayatımın sessiz tanığı, hoşçakal kardeşlerimin eksiksiz hep birlikte yaşadığı baba evim, hoşçakal emek evim....

2 Haziran 2010

olumsuz

içimden çıkmak isteyen düşünceler ve bunları akıl süzgecimden geçirip belirli bir usluba sokmak isteyen ben... artık sıradanlaşmış gerçekler zamanın durdurulamaz akışının getirdiği hüzünle karışıyor. içimde bir umutsuzluk insanlığın yarınına dair. korkuyorum sevdiklerimin zarar görmesinden. onlar tüm iyi niyetleriyle çabalarken, yanlarına doğruları, doğru bildiklerini almışken, bırakın fiziksel zararı, tazecik gencecik fikirlerinin incinmesine bile dayanamam ben.

insanlık sıfatının gerekleriyle yaşamak yeterli düşlediğimiz bir gelecek için, ama geceleri herkes başını yastığına koyup uyuyabildiğine göre herkes kendi hayatını kendi mahkemesinde temize çekmiş olmalı...

küçük dünyamın yumuşak rüzgarlarıyla sürerken gemimi, rotamın biraz dışına çıktığımda ruhumun yaşadığı bu fırtınayı nasıl dindireceğim... dahası dindirmek mi isteğim yoksa daha açıklara yol almak mı istiyorum. daha mı çok bilmek istiyorum canımı acıtan gerçeklerini...

gömmek kolay kafamızı... gündelik hayat endişeleriyle geçirmek bir yaşamı, en yakınlarımızla paylaşmak sadece soframızı, yalnız gazetelerden ve televizyondan takip ederek izlemek hayatı... ya da endişelenmek sadece birkaç kilo fazlayız diye girerken yaza ve karşılarken yeni mevsimi bir sezon öncesine ait gardolabımızla...

hoşgeldin yaz

ikeadan beklediğimiz masa sandalyemiz sonunda geldi... hemen kitap okuma, resim yapma çalışmalarına başladık... özellikle eren boyuna göre masa sandalye bulunca çok mutlu oldu, uzun süre kaldıramadık...güzel tenha bir park bulduk haftasonu altınpark ta... çocuklar güzel güzel oynadılar biz de gözden kaçıracağız stresi yaşamadan rahat rahat izledik...
sonunda yaz geldi... yazdan en büyük beklentim hastalıkların çocuklarımdan uzak olması...

ellerim büyüdü avuçlarında

"Annedir yüreği fazla dayanmaz
Herkes bıksa benden annem bana doymaz
Öper besler beni unutur kalbinde
Annem burada olsun bana bir şey olmaz
Her gün bakar bana kusurumu görmez
Günler gece olsa o ışığı sönmez
Ellerim büyüdü avuçlarında
Bi tek annem olsun bana bir şey olmaz”


karşılıksız, koşulsuz, güvenli ve yumuşacık bir sevgi annenin yavrusuna hissettiği... şartların değişimde ilk olarak çocuğunun nasıl etkileneceğini hesap eden, her birini bir diğerinden ayırt edemeyen, azıcık haksızlığa uğradığını düşündüğünde hemen savunmaya geçen, koruma içgüdüsünü ölene değin içinde saklı tutan... anne olunca daha iyi anlaşılan, kıymeti geç anlanan, kokusu unutulmayan kıymetlilerimiz... eksik olmayın, uzak durmayın, bir yere gitmeyin olur mu?