30 Aralık 2019

2019' dan Kalanlar

Ne güzeldin 2019, ne çabuk bittin:) 
Bu sene dünya ne kadar hızlı döndü kendi etrafında ve gece ile gündüz ne kadar hızlı yer değiştirdiler. 
Biz de bu hız içerisinde yakalayabildiğimiz mutlu anlarımızı notlarımız arasına eklemek istedik: 
Kuzenlerimiz; yanlarında olmaktan hep mutluluk duyduğumuz, yanlarında hep güvende hissettiğimiz, birbirimizi çok iyi anladığımız, birlikte çok eğlendiğimiz kuzenlerimiz ile bu sene çok zaman geçirdik.
Birlikte büyüdükçe, birbirimize daha çok bağlandık. Güçlü ittifaklar kurduk. Birbirimizi anne-babamıza karşı savunduk. Evin içinde adeta yapışıktık. Ortak ilgi alanlarımız, kendimize özgü esprilerimiz ve ayrı bir dilimiz vardı. Birbirimize her konuda destek olduk, yardım ettik.
Teyzelerimiz hep çok komik, hep çok güzel yemekler yapan, bize hediyeler alan, bizimle gülebilen, bazen yetişkin gibi hissettiren, ufkumuzu açan, bizi şaşırtan ve iyi ki hayatımızda olan teyzelerimizle çok güzel zamanlar geçirdik.
Kalabalık aile buluşmalarında çocuk olmanın tadını hep hatırlayacağız. Kalabalık olmaya ve arada kaynamaya bayılıyoruz çünkü. Çünkü böyle kalabalık ortamlarda yetişkinler başka şeylerin telaşına düşer ve bize de bol bol ekrana bakma süresi kalır:)
Antalya, Adana, Hatay, İskenderun ve Altınoluk bu sene yaptığımız seyahatlerdi. Gelecek sene için daha çok gezi planı yapmaya karar verdik.
Bol bol kitap okuduk, müze gezdik ve çok çok oyun izledik. Fazla spor yapamadık ama uzun yürüyüşleri ve açık alanlarda zaman geçirmeyi her fırsatta tercih ettik.
Yolculukları çok sevdik. Yaptığımız gezilerden keyif aldık. Bir yetişkin kadar dayanıklı, istekli ve heyecanlıydık.
Bu sene Elif 7. sınıf, Eren ise 6.sınıf öğrencisi oldu. Ve Elif 12, Eren ise 11 yaşını bitirdi.
Bu yaz her yıl olduğu kadar çok Altınoluk' ta kalamadık ama yine de denizin, havuzun ve yazın tadını çıkarabildik.
Büyüklerimizle ne mutlu ki bu sene de birlikte güzel zamanlar geçirdik. Dedemizin anılarını dinleyebildiğimiz için, anneannemizin böreklerini yiyebildiğimiz için, her an babaanne, amca ve halamızla birlikte olabildiğimiz için çok şanslıyız.
Aile olduğumuzu, birlikte güçlü olduğumuzu, her koşulda birbirimize bağlı olduğumuzu ve sorunlarımızın çözümünde hep birbirimize destek olacağımızı bu sene biraz daha iyi anladık.
Arkadaşlarımız hayatımızda önemli bir yere sahipti. Birlikte mutlu olduğumuz, bizi önemseyen, hayatımıza değer katan herkese teşekkür ediyoruz♥
Bu yılın Şubat ayında Elif, Sevr Antlaşmasını imzaladı :P
(Çok üzgünüm Eren ama tesadüfen karşıma çıkan bu antlaşmanın tarihin tozlu sayfalarında yok olup gitmesine izin veremezdim:) Ahh kızım, nasıl imzalarsın sen bunu :)
12 yaşını bitirirken Elif ilk akıllı telefonuna kavuştu. Çok istedi, çok bekledi ve sonunda aldı. Bazen bu konuda sorun yaşasak da telefonuyla ilişkisini makul ve kabul edilebilir düzeyde koruyabilmeyi başardı. 
Elif bu sene çok çizdi. Sayfalarca, defterler dolusu... Bunları bizden köşe bucak sakladı, beğenmedi, göstermedi. Bir süre sonra bizden ''Paint Tool Sai'' isimli bir çizim programı ve ''wacom'' marka bir çizim tableti istediğini söyledi. Şimdi bol bol çizmeye devam ediyor:)
Bu yıl kaç gün batımı kaç gün doğumu izledik; kaç kez yağmurda ıslandık, kaç kez sürüklendik rüzgarda; kaç kez umutsuzluğa kapılıp, kaç kez kendimizden geçercesine kahkahalara boğulduk; kaç kez sinirlenip ateş topuna döndük, kaç kez keyiflendik neşe bulduk, kaç kere nefesimiz kesildi heyecandan hesap edemedik. Ama hayatın seyri içerisinde kendimize bulduğumuz yeri çok sevdik. Seneyi bitirdik, ağacımızı süsledik ve 2019' u kar yağışı ile uğurladık. 
2020 ye hazırız :) 
Mutlu seneler...

Not. Anılar kaybolmasın diye başlayıp, bambaşka yönlere evrilen bu blog, benim geçirdiğim değişimin de bir aynası aynı zamanda. Tam on yıl geçmiş üzerinden, hayatımda iyi ki yapmışım dediğim şeylerden...

2018 yılı için tık.
2017 yılı için tık.
2016 yılı için tık.
2015 yılı için tık.
2014 yılı için tık.
2013 yılı için tık.
2012 yılı için tık.
2011 yılı için tık.
2010 yılı için k.

22 Aralık 2019

Toz Olup Yok Olmak

Eğer nereden başlayacağını bilmiyorsan en baştan başla anlatmaya derdi annem, ''senin için en başı neresiyse'', ben de öyle yapacağım;

- Lüksten hiç hoşlanmam Şansel' ciğim. Sonradan görmelerin bu mal mülk, ev bark, kendilerini ispat çabalarını gülünç ve zavallı bulurum. Ben kaliteyi severim. Tüm tercihlerim lüksten uzak ama kaliteye yakındır. Sen de öyle olmalısın... Asalet: duruşundur, bakışındır, elini kaldırışındır, söze başlayışındır; nezaket: insanlara gösterdiğin tavırdadır, kimseyi tepene çıkartmayacaksın lakin küçümsemeyeceksin de... Kibrini içinde yaşayacaksın, dışarıya mütevazi görüneceksin. Dostlarını iyi seçeceksin kızım. Bu dünyada en zor şey insanları tanımak. Öyle apar topar kimseyi almayacaksın hayatına. Acele etme, tanı, yaşa, deneyimle, bekle, sabırlı ol. Bak kızım servetimiz sana da torunlarıma da yeter de artar, unutma. Bunu sana gösteriş yap diye söylemiyorum, güven kendine, kimseye ihtiyacın yok senin. Asalet, nezaket, görgü, servet tek başına anlamsızdır bilesin. Bilgi ile harmanlayacaksın, bilgi ile yani eğitim ile. Eğitim olmazsa bu saydıklarımın hepsi  havada asılı durur, ilk rüzgar esişinde balon gibi uçar gider. Eğitimin yanında sanata, edebiyata kayıtsız olmayacaksın asla. Genel kültür dediğin şey kızım, senin toplumdaki statünü belirler. Herkesin genel kültürü var mühim olan bunun içeriği...
Tüm çocukluğum ve gençliğim boyunca dinlediğim ve artık ezberlediğim bu cümlelerin, bir süre sonra sürekli kendini tekrar eden bir iç sese dönüştüğünü söyleyebilirim. Size biraz kendimden bahsedeyim, oldukça iyi bir kolej eğitiminden sonra ülkenin en prestijli üniversitesinde tıp eğitimi aldım. Hemen sonrasında (Benim kızım öyle gece yarılarına kadar nöbetlerde mesailerde olmamalı. Cerrah olup gecesini gündüzüne katmamalı. Açarız sana bir klinik, botoks, dolgu, mezoterapi derken keyifle yaparsın mesleğini. Aklını kullanacaksın, Cildiye Uzmanı olacaksın Şansel) hiç beklemeden dermatoloji eğitimimi tamamladım. Tüm bunları yaparken duruşuma, bakışıma, ölçülü tevazuma dikkat etmekten dışarıda akıp giden hayatta ne olup bitiyor hiç anlayamadım. Kendimi bildim bileli özen gösteriyorum ben tavrıma edama dikkatinizi çekerim, kolay değildir yani bu durum. Üç yaşında su içerken serçe parmağımı kaldırıyordu annem. Arkadaşlarımın arasında dedektif gibi gezdim hep. Kimi alsam hayatıma, acele mi ediyorum yoksa diye düşünmekten tek bir kalıcı dostluğum olamadı. Kendimi bırakamadım hiç, sürekli mürebbiye gibi kendi kendimin başında durdum. Ne işin var orada Şansel, yakışır mı sana Şansel, aman belli etme istekliliğini Şansel, dur Şansel, dön Şansel diye diye aslında kim olduğumu, ne istediğimi hiç sorgulamadım. Zorlu eğitim hayatım boyunca sıktım dişimi, bilgimi görgümü artırırken, sanatı, edebiyatı da ihmal etmedim. Depresyona girecek zamanım olsa hemen girecektim, ama zamanım olmadı. Annem planladı, Mürebbiye Şansel uygulattı, ben yaptım ve üçümüz annemin tüm projelerini gerçekleştirdik beraberce. Sonra bir şeyler yolunda gitmedi ve yavaş yavaş sorunlar başladı.
Kliniğin, nerede olması gerektiği, dekorasyonu, personeli, tüm yasal süreçleri ve diğer her şeyi içeren prosedürler zinciri annemin yeni projesiydi. Ben ise ikincil proje... Düşüncelerime o ana kadar hiç olmadığı gibi yine ihtiyacı yoktu. Annem herkese sorgulanamaz talimatlarını yağdırırken, o uğraş içerisinde ilk kez beni biraz unutmuş gibiydi.
Bir akşamüstü serinliğinde, penceremden sonbaharın sürüklediği yaprakları izliyordum. Annem telefonda iç mimar ile hararetli bir tartışma içerisindeydi. Annemi düşündüm, tüm çocukluğumun her dediğini yaptıran, çığırtkan telaşlı martısını... Ve ne zaman ona balık vermeye kalksam beni yutmaya çalışmasını. Yaprakların rüzgarda öylece sürüklenmesini, düşünmeden annemin talimatları doğrultusunda sürdürdüğüm yaşantıma benzettim. Hevesim yoktu, hedefim yoktu, sadece yapmam ve yapmamam gerekenler listesi vardı. 25 yaşındaydım, ne güvenebileceğim bir dostum ne de arayıp vakit geçirebileceğim bir arkadaşım vardı. İçimde öfkenin önce sızladığını hissettim, sonra o sızının yakıcı bir maddeye dönüşüp, damarlarımda yavaş yavaş ilerlediğini... Ve göğsüme ulaştığında o sızının bin tonluk bir kütleye dönüşüp, beni nefessiz bıraktığını. Bir panik ataktı bu, nefes alamıyordum. Boğuluyordum. Can havliyle ve bilinçsizce elimi çekmeceye uzatıp kırmızı reçeteli ilk ilacımı içtim. Yaklaşık yirmi dakika sonra o kütle yavaş yavaş göğsümün üzerinden kalkarken, ruhumdaki bulutların da yavaş yavaş dağıldığını ve daha mavi daha beyaz bir gökyüzünün belirdiğini fark ettim. Ve zihnimde yanıp sönen bir yazı gördüm: bu hala benim hikayemdi, ister kapkaranlık fırtınalı denizlere yol alır, istersem sütliman bir koyda beklerdim, belki dümeni anneme verir ya da bilinmezlere sürerdim, ister bu gemiyi açık denizlerde batırır ya da bir tersaneye çekerdim, her ne istersem yapabilirdim, hala baş rol bendim...
Sonraki günlerde bir kaşifin doymaz merakı ve bir düşünürün derin görüş perspektifi ile kendimi aradım. Yorgun ruhumu yokladım, tanımaya, anlamaya çalıştım. Onca yılı, kendimle arama nasıl pervasızca sokabilmiştim. Şimdi kendimi ulaşılmaz sisli bir dağın ardında belli belirsiz bir siluet olarak görüyordum. Upuzun gecelerde uykumu, karanlık sokaklarda yolumu, koskoca evrende kendimi kaybetmiştim. Yürüdüğüm her yol, baktığım her yön, zihnimdeki her fikir anneme çıkıyordu. Bir çıkmaz sokaktı benliğim, bir hapishaneydi, onunla kuşatılmıştım. Kendimle aramda yıkılmaz bir duvardı varlığı. Her geçen yıl biraz daha kalınlaşan, beni giderek kendimden uzaklaştıran güçlü bir duvar. Bu duvarı ne pahasına olursa olsun yıkmaya karar verdim. Sonuçlarına hazırdım, enkazın altında kalacak olsam da...
Zaman hızlı ilerliyor, uyumadan önce benzodiazepin içerikli bir şey almamışsam uyumam mümkün olmuyordu. Dış görünüşüm, temizlik, sağlık gibi kavramlar benim için tamamen önemini yitirmiş, hayatımın amacının annemi, dolasıyla bu projeyi mahvetmek olduğuna inanmaya başlamıştım. Kendimi bulabilmek için bunu yapmak zorundaydım. Sonrasında Simurg olup, yeniden doğardım belki ama şu an ilgilendiğim daha çok ilk aşamaydı. Annemin durumu fark etmesi uzun sürmedi. Aramızda yüksek gerilimli güç savaşları da böylece başlamış oldu. Önce 'kendine gel Şansel, sen ne yaptığını sanıyorsun, her şeyi mahvedeceksin, iyice kontrolünü kaybettin artık' içerikli bir ikaz ateşine maruz kaldım. Bu keyfimi iyice yerine getirmişti. İki haftadır banyo yapmıyordum ve saçlarımın rastalı gibi olan hali hoşuma gidiyordu. Dışarıda harika arkadaşlar edinmiştim ve edinmeye devam ediyordum. Gerçi çoğunu ertesi gün hatırlamıyordum ama birlikte çok eğleniyorduk. Akşama doğru evden çıkıyor ve sabaha karşı geliyordum. İlk ciddi madde kullanımını bu gecelerden birinde annemin kredi kartıma bloke koyduğunu öğrendiğimde yaptım. Annem artık silahını üzerime doğrultmuştu tabi ki ben de öyle. İkimizin hedefinde de ben vardım. O gün ve izleyen günlerde eve gitmedim.
Beni bulduklarında terk edilmiş izbe bir inşaatta şimdi çok bahsetmek istemeyeceğim kadar kötü bir durumdaymışım. Annem büyük bir gizlilik içerisinde en güvendiği dostlarını devreye sokarak duruma el koydu. Şu an bu hayati projesinin başında, çok gergin ve biraz da bana karşı anlayışlı görünmeye çalışıyor. Yine ne yapacağımı anlatmaya başladı: 'Olur böyle kayıp dönemler herkesin hayatında Şanselciğim. Sen bir hata yaptın, hatalar biz insanlar içindir. Mühim olan gerekli dersleri çıkarıp, bundan sonrası için hayatımıza doğru bir şekilde yön verebilmekte. Asaletimizi ve nezaketimizi her koşulda koruyacağız, kimseye malzeme vermeyeceğiz. Hele ki akbabalar gibi haber peşinde koşan gazetecilere hiç. Biz bu ülkenin ileri gelenleriyiz, bizde öyle kayıp giden çocuk olmaz. Bu sorunu çözeceğiz. Yaşadın gördün nasıl hayatlar var, sen şanslısın ki ben varım. Ne gerekirse yapacağım, kliniğin de hazır seni bekliyor. Öyle güzel oldu ki, nasıl beğeneceksin, sabırsızlanıyorum görebilmen için. Aklını başına topla kızım, kendini ziyan etme. Ben zaten hep yanındayım, ben varken, sakın korkma.''

- Ama ben var oldukça sana rahat yok anne. Bir an önce kurtulmalıyım bu hapishaneden. Annemin kayıp dediği hayatıma devam edebilmek için kurtulmalıyım. Asaletten de nezaketten de nefret ediyorum. 'Rezalet ve sefalet' ise tam bana göre. Artık çok güçlü bir hedefim var, annemin projesini yani kendimi yok etmek. Zaten hiç var olmadım ki... Parçalarıma ayrılana dek savrulmak istiyorum. Beni bulamasınlar, annem beni bulamasın. Toz olup, kaybolmak, buhar olup, yok olmak istiyorum...

Not. Öykü kurgusaldır.
Görseller Gabriel Pacheco e aittir.

16 Aralık 2019

Uçmak “HEZARFEN AHMED ÇELEBİ”

UÇMAK “HEZARFEN AHMED ÇELEBİ” - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu - 2 Perde - 2 Saat 25 Dakika
Yazan Ömer F. Oyal
Rejisör Hakan Çimenser
OYUNCULAR:  Ahmed Çelebi: Tolga Evren  - Lagâri Hasan Çelebi: Emir Çiçek - Evliya Çelebi: Fikret Urucu - Yusuf Ağa / Dizdar: Orhan Kurtuldu - Ayşe Hanım: Ebru Unurtan Urağ  - Süleyman Efendi: Erdoğan Aydemir  - Gülfiraz: Zuhal Acar - Mustafa: Efe Erkekli, Onur Ulutaş - İbrahim: Bilal Ercan - Avcı: Eray Cezayirlioğlu  - Evliya Çelebi’nin Yazıcısı: Kubilay Ünal - Çocuk Ahmed: Ömer Faruk Çalışkan - 1. Çocuk Ege Demirci - 2. Çocuk Burak Batın Çelik
Halk, Ciğerci, Kahveci:  Abdurrahman Merallı, Erdem Bilgi, Hakan Sivlim,Muhammed Yıldız, Umut Akbıyık, Onur Ulutaş, Ahmet Kurt - Semazen: Abdurrahman Merallı - Şenlik Ekibi:  Abdurrahman Merallı, Ahmet Kurt, Başak Ova, Başak Rana Baysal, Canan Demirli, Erdem Bilgi, Hakan Sivlim,İrem Dilaver Ayturan, Kubilay Ünal, Muhammed Yıldız, Onur Ulutaş, Osman Eren, Özlem Karataş, Umut Akbıyık
OYUNUN KONUSU: 17. Yüzyıl İstanbul'unda gönlüne aklına uçmak fikrini sabitlemiş bir bin ilimli Ahmed Çelebi. Nişapur Camii'nden havanın o tatlı, insanı çeken boşluğuna kollarında kapı kanatlarıyla kendini bırakan Cevheri'nin izinden giderek kuşların uçuşlarını inceleyen ve insanların bir türlü anlayamadığı bir garip insan. Ne karısı, ne cariyesi bu isteğine anlam vermekte ne de etrafındaki diğer insanlar. Bir iz bırakma gayesi peşinde rakibi Lagari Hasan Çelebi'yle bir kavgalı bir fikir teatisinde Hezarfen. Varsa yoksa uçmak; havada süzülmenin kendine çeken duygusuna, düşüşün âlemlere sığmayan korkusu ve zevkine ulaşmak için tüm benliğini ortaya koymuş bir adam. Sultan IV. Murad'ın bu gayesinden haberi olmasıyla artık ciddiyete binen uçma sevdası, Hezarfen Ahmed Çelebi'nin hayat ve ölüm arasında gidiş gelişlerine dönüşür. Ya uçuş mümkün olacaktır ya da güneş o olmadan doğacaktır İstanbul'un üstüne...
İstanbul Devlet Tiyatrosunun yeni sezon oyununu, Ankara turnesinde 'Yerli Oyunlar Haftası' kapsamında Cüneyt Gökçer Sahnesi' nde izleme şansı buldum. Şu ana kadar izlediğim tüm oyunlar içerisinde oldukça üst sıralara yerleştirebileceğim, unutulmayacak bir yapımdı. Umarım tekrar izleyebilme fırsatı bulurum.
Perdenin açılışı tam bir görsel şölendi. Kendinizi bir panayırın, bir sirkin ortasında gibi hissediyorsunuz. Işıklar, sesler, kostümler, hokkabazlar, pehlivanlar, cambazlar, ateş çevirenler, tahtabacaklar ile nerede olduğunuzu unutuyorsunuz. Hareketli ve dönemin ezgilerini içeren müziğe şu ana dek hiç görmediğim ve çok beğendiğim bir ışık yönetimi eşlik ediyor. Işık ve görsel efektlere özellikle değinmek istiyorum. Çünkü sahneye yansıtılan görüntüler çok başarılı ve olay örüntüsü içerisinde çok yerli yerindeydi. Ahmet Çelebi' nin gördüğü rüya sahneleri sis eşliğinde çok güzel anlatılmıştı.
Sahnenin tam ortasına Galata Kulesi, daire şeklinde döner bir platformun üzerine yerleştirilmişti. Kulenin üzerine ışıkla yansıtılan tuğlaların sahne değişimlerinde uçarak yok olması, kulenin iki yanına yine ışıkla yansıtılan kanatlar hoştu. Arka planda ise değişen bazen deniz bazen şehir manzarasına bürünen görüntüler vardı. Sol taraf Ahmet Çelebi' nin evi, çalışma alanı olarak konumlanmış, sağ taraf ise kahvehane olarak düşünülmüştü. Dekor ve sahne kullanımını çok beğendiğimi belirtmeliyim.
Oyunun metni Ömer F. Oyal tarafından yazılmış ve Evliya Çelebi' nin Seyahatname' sine dayanıyor. Buna göre, Hezârfen Ahmed Çelebi 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi' nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakmış ve uçarak İstanbul Boğazı' nı geçip 3558 metre ötede Üsküdar' da Doğancılar' a inmiş. Eserde, tüm bu sürecin öncesinde yaşadıkları, bu haberin dönemin padişahı Sultan 4.Murad' ın kulağına kadar gitmesi, çevresindeki hiç kimsenin ona inanmayışı, tüm olumuz koşullara rağmen tutkusunun peşinden giderek, amacına ulaşması konu ediliyor. Atlama zamanı belirginleştiğinde; Ahmet Çelebi' nin zevcesi ve cariyesi de dahil olmak üzere tüm herkesin onun ölüme atladığına neredeyse emin olması, sadece kendisinin atlamayıp uçacağını bir çok kez ifade etmesi, çok başarılı bir şekilde anlatılmış diye düşünüyorum.

Oyunculuk anlamında Ahmet Çelebi performansı ile Tolga Evren olağanüstüydü. Uçma tutkusunu ve gözlerindeki kıvılcımı görebildik. Bir kez uçtu ama o anı hayallerinde bize defalarca kez yaşattı. Oyunun sonunda, ip üzerinde yürüme sahnesi unutulmazdı. Hezarfen' ı oynamadı adeta Hezarfen oldu. Lagari' ye hayat veren Emir Çiçek ve Evliya Çelebi' yi canlandıran Fikret Urucu başta olmak üzere oyunculuk performanslarının çoğu başarılıydı. Gülfiraz rolü ile Zuhal Acar' ı donuk bulduğumu ondan herhangi bir duygu geçişi alamadığımı söyleyebilirim sadece.

Hakan Çimenser, reji koltuğunun hakkını vermiş kesinlikle seyir zevki veren harika bir iş çıkmış ortaya. Bu büyük prodüksiyonda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Uzun zaman sonra böyle harika şeyler de yapılabiliyormuş dedirten bir oyun izledim.
Ek bilgi olarak oyuna, THY' nın sponsor olduğunu okudum bir yerlerde...

Bir ek bilgi daha; 17. yüzyılda yaşayan Ahmed Çelebi' nin "Hezârfen" diye anıldığı bilinir. Hezâr, Farsça kökenli bir sözcük olup 1000 anlamına gelir. Hezârfen ise "bin fenli" (bilimli) yani "çok şey bilen" anlamına gelirmiş.

Seyahatname' den :
"İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: 'Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil,' diye Gâzir'e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu."

13 Aralık 2019

Amak-ı Hayal

AMAK-I HAYAL - DİYARBAKIR DT
Büyük Oyunu
1 Perde - 1 saat
Yazan: Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi
Eski Türkçeden Çeviren: Dursun Gürlek
Oyunlaştıran: Ahmet Açıkgöz
Yöneten: İpek Atagün Gezener
OYUNCULAR: Aynalı Hürmüz/ Buda Ömer Eryiğit - Raci/Hikmet Kerem Corogil - Peri/ Şeytan/ Cadı Melis Ayın - Ehrimen Şamil Kankul - Nifak Mazlum Sümer - Genç/ Muhabbet Yasemin Arpa - Gazap Erkan Aytemur - Aşk Caner Taş - Nefs-i Emmare Hatip Baran - Felsefeciler Tantan/ Tontonlar Alimler Dervişler/ Kravatlılar Hasan Ergün, Eylül Aldanmaz, Furkan Dikici, Caner Taş, Erkan Aytemur, Şamil Kankul, Yasemin Arpa, Melis Ayın, Rojda Çevik, Mazlum Sümer, Hatip Baran - Ses Ömer Eryiğit Erkan Aytemur
OYUNUN KONUSU: Raci aklının içi sorularla dolu bir genç.. İran’dan Satürn’e, Çin’den Jüpiter’e, İstanbul’dan Güneşe kadar uzanan macerası, sorgulayıcı huyu sayesinde eğlendirici ve düşündürücü bir yolculuğa dönüşüyor.

Öncelikle Amak-ı Hayal ne demekmiş merak ettim ve 'Derin Hayaller' ya da 'Hayalin Derinliklerinde' gibi çevirilerle karşılaştım. Oyunun yazarı; Materyalizme karşı tinselciliği savunarak gelenekteki kelami düşünceden, felsefeye geçişi temsil eden II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı felsefecisi Filibeli Ahmet Hilmi, 1865’de Filibe’de doğmuş, 1914’de İstanbul’da ölmüş. Amak-ı Hayal' i ise 1910 yılında yazmış.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosunun Ankara turnesinde 'Yerli Oyunlar Haftası' kapsamında Akün Sahnesi' nde izleme şansı bulduğum bir eser oldu. Eserin konusu şöyle; iyi yetiştirilmiş ve inançlı, üniversite öğrencisi bir genç olan Raci; maddi ve manevi ilimleri öğrenir, ardından pek çok kitap okur. Fakat öğrendiği bilgi yığını arasında kendini huzursuz ve şüphe içinde hissetmeye başlar. Derken bir gün, şehrin mezarlığında yaşayan Aynalı Baba ile karşılaşır… Ve onun rehberliğinde dokuz gün boyunca hayalin derinliklerine dalar. 
Mistik, soyut, felsefi, metafizik, tasavvufi bir deneysel oyun... Deneysel çünkü izleyicinin nasıl bir tepki vereceğini bilmiyorsunuz, belki bir risk ama alınması gereken bir risk. Felsefeden, farklı deneyimlerden keyif almayanlar için uzak durulması gereken bir oyun olduğunu düşünsem de bu çalışmalar da yapılmalı, devlet tiyatrolarına alternatif açılımlar getirilmeli diye düşünüyorum. Daha önce Terörist' i izlediğimde benzer duygular bırakmıştı bende. 
Oyunda Raci' nin okuduklarından, öğrendiklerinden tatmin olmayıp büyük bir akıl karışıklığı yaşadığına ve Aynalı Baba rehberliğinde çıktığı iç yolculuğa ortak oluyoruz. Her manevi arınmada olduğu gibi onun karşısına da karşı koymanın çok güç olduğu nefsi ve arzuları çıkıyor. Ve her beşer gibi isteklerine yeniliyor, ikinci şanslar istiyor.
Metin hakkında hiçbir fikri olmayanlar için bütünlüğü yakalamak biraz zor olsa da doğrudan izleyici koltuğuna oturanlar için de anlam bulabilecek bir yapım. Modern dans ile, bağımsız cümlelerin güzel harmanlandığı, görsel olarak etkileyici denenmesi gereken bir lezzet çıkmış ortaya.
Aynalı Baba performansı ile Ömer Eryiğit, Raci performansı ile Kerem Corogil oyunun lokomotifi konumundaydı. Her ikisini de oldukça beğendiğimi, özellikle Ömer Eryiğit' i ses tonu, tonlaması ve dinginliği ile çok sevdiğimi söyleyebilirim. Rejide İpek Atagün Gezener de bir alkışı hak ediyor kesinlikle.

Oyun alışageldiğimiz devlet tiyatroları standartlarının biraz dışına davet ediyor bizi. Tiyatroseverlerin Ankara' da kaçırdılarsa da bu yönüyle akılda tutmaları gereken bir temsil olduğunu düşünüyorum...
Var mıyım, yok muyum, gerçek miyim yoksa bir düş müyüm ? 'Gerçeği bulmak için yürümeye devam etmek gerek' ve bu noktada tiyatro hayatın gerçeği, gerçekliğin kendisidir... 
İyi ki tiyatro var :)

Not: Eğer ilginizi çektiyse ve vaktiniz varsa : https://www.youtube.com/watch?v=L0LxnjQnCDE