20 Mayıs 2019

Perde

Günün akşama kavuştuğu saatlerde denizden, bunaltıcı yaz sıcağını usul usul dağıtan meltem esmeye başlardı. Kafamın üzerinde hışırdayan asma yapraklarının da en az saçlarım kadar mutlu olduğunu hissediyordum bu anlarda. Rüzgarın hareket ettirebildiği her şey mutluydu, hareket edebilen her şey mutluydu. Havada saatlerdir asılı duran nem bile artık hükümranlığını sonlandırıp, gitmek istiyordu. Oysa ki ben kalmak istiyordum. Verandada kalıp, beklemek. Onun işten dönüşünü beklemek. Geçerken başını eğip, gülümseyerek bana verdiği selamı beklemek, o selamı havada yakalayıp, gidip kitabımın arasında kurutmak istiyordum. Bundan sonrası için hayatımda beklenen tek gelişmeden beni biraz uzaklaştıran bu seremoni bana umut veriyor, iyi geliyordu. 
Ergin tersanede yapımına yeni başlanan yat inşaatında çalışan işçilerden biriydi. Diğerleri ile birlikte yan binanın giriş katında lojman gibi kullandıkları bakımsız evde yaşıyordu. Ve son bir aydır aklımı ve zihnimi oyalayabilen beni biraz olsun tatsız gerçeklerden uzaklaştırabilen kişiydi. Tek bir bakış, tek bir selam ve kalpten bir gülümseme; bedenimin kayıtsızlığına inat yüreğimde lunapark ışıkları yakıyordu.

Kendi kendime oynadığım bir oyun gibi başlayan bu ilgi, sonraları tatlı bir meraka dönüşmüştü. Onunla tanışmak istiyordum. Benim için çok kolay olmayan bir iletişim metodum vardı ve çok az kişiyle iletişim kurabilmek için kullanıyordum bunu. Bir not yazmayı başardım: ''Selamını ve gülümseyişini tanımak, ilk izin gününde buluşmak istediğimi'' söyleyen bir not. Kimse görmeden notu ona ulaştırabilmek için ise kardeşimi kullandım. Yeterli bir para karşılığında yapmayacağı şey yoktu. En son tuttuğu orucu, satmak için babamla pazarlık yapıyordu. Tekne orucu 25, tam gün 50, iki gün üst üste tutarsam 125 TL diye... Kardeşimle ikimizi de memnun edecek bir zeminde anlaştık.
Tüm olumsuzluklara rağmen onunla arkadaş olabileceğimi, bir şekilde iletişim kurabileceğimizi düşünüyordum. Yıllardır içine çekildiğim asosyallik, istemli tercihim değildi. Bedenim tutuklanmış olsa da ruhum özgürdü. Gözlemlerim, hislerim güçlü; heyecanım yüksek, cesaretim ve kendime güvenim tamdı. Pazar gününü beklemeye başladım. Aklımda  durmadan her olasılığın sayısız versiyonu ve onların sonsuz değişkenleri ile farklı senaryolar oluşturuyordum. Zihnim bir bilgisayara dönüşmüştü.

Ama O gelmemişti... Bu durum bende hayal kırıklığı yaratmak yerine, durmaya niyeti olmayan zihnimi daha çok çalıştırmaya ve analiz etmiş olduğum tüm olasılıklar içerisinde bu sonucu doğurabilecek nedenleri aramaya itmişti beni. Örneğin, beni ciddiye almamış olabilir, görüntüm onu korkutmuş olabilir, not eline ulaşmamış olabilir, hastalanmış olabilir, bizim eve gelmekten çekinmiş olabilir... Liste böyle uzayıp gidiyordu.

Ertesi gün meltem esmeye gün akşama kavuşmaya başladığında, Ergin, işten dönüp, bizim evin önünden geçerken, bana bakmadı, gülümsemedi, selam vermedi. Başını önüne eğdi, yürüdü, yürüdü, yürüdü ve gitti. Ertesi gün, daha ertesi gün ve daha ertesi gün de öyle.

Kitabın arasında kuruttuğum gülümsemelerin hepsi birer birer kanatlanıp, uçup gitmişti. Projem, gözlemlerim, notlarım, olasılık kartelam hepsi yeniden güncellenmeliydi. Oysa ilk kez zihnim yeni bir oyuna başlamak için isteksizdi. Ne yapacaktım şimdi? Evet bir süre odamda kitapların arkadaşlığına sığınabilirdim belki ama hayatımın dip akıntılarının beni ıssızlığa sürüklememesi için kendimi bir yere demirlemem şarttı.
Daha önceleri de çapa halatımın koptuğu ve gözlerimi bilinmez denizlerde açtığım olmuştu. Ateş püskürten ejderhaların, deniz dibi cinlerinin, beş başlı köpek balıklarının olduğu güvensiz suları iyi bilirdim. Oraya, o kabusa, o cehenneme dönemezdim, rotamı Ergin' e çevirmeye karar verdim. Ona doğru gidecektim. Eğer ben bir nehirsem, denizimdi. Bir söğütsem, güneşimdi. Yaptığım astral seyahatlerin adresiydi.

Annemin sesi: ''Alya'm, acıktın mı? Verandaya çıkarayım mı seni? Bugün hava muhteşem, hem akşam esintisi de başladı.''
Sonra kardeşim: ''Ablaların şahı nasılmış bugün, gelmeyenler kaybederler, moral bozmak yok, bak ne aldım sana?: 'Tehlikeli Oyunlar', biraz tehlike diyorum, şu güvenlik çemberini kıralım seninle. Bak erken uyumak yok, kitap okuyacağız bu gece.''
Babam, hastalığımı en zor kabullenen, akşam rutinini tekrarlıyor bıkmadan, bence aşık bana:) ''Gayret et güzelim, hayat varsa umut vardır, teslim olma kimseye ve hiçbir şeye... ALS üç harf sadece, oysa sen Alya' sın, Alyam' sın, en yüksektesin, bunu yenebilirsin.''
Ve ben: ''ALS teşhisini alalı altı yıl oluyor. İlk başlarda çok sorun yoktu ama son iki yıldır, vücudumdaki kaleleri birer birer kaybetmeye başladım. Sol ayak parmaklarım düştü önce, sonra da elim karıncalanmaya başladı. Kol ve bacaklar teslim olmadan sanırım, yutamaz oldum. İsyanım onbindebirlik piyangoyu yakalamış olmamdan çok, neden tüm gemi su alırken, hafızam ve zihnim tertemiz kalıyor, diyeydi. Uçsuz bucaksız özgür zihnimin bir hapishaneye kapatılmasından nefret ettim. Zihnim berrak ve henüz okuyabiliyor, okuduğumu anlayabiliyor olduğu için; hastalığımın ilerleyen safhalarında yutma kaslarımın kaybına bağlı mideme yerleştirilen bir tüp ile besleneceğimi ve hatta akciğer ile yeterli solunum yapamadığım için treakestomi açılması ve solunum cihazına bağlanmam gerekeceğini biliyordum. Ve bunları biliyor olmam bence haksızlıktı. Adımdan nefret ettim ALya ile ALs, ilk iki harf ile hastalığa senkronize giriş, şaka mı kader mi bilemedim
Ergin' den vazgeçmiyorum. Zihnimde bıraktığı izleri takip ediyorum, konuşamıyorum ama gözlerimi kımıldatabiliyorum, hayal kurabiliyorum, yetiyor bana. Her şey silinirken yavaş yavaş, sessizleşirken etraf, yalnızlaşırken ben; gülümsemesini, başını önüne eğişini, selamını getiriyorum aklıma. Düşerken tutunacağım bir siluet ise paraşütüm, adı Ergin oluyor. İsyanım yok, isyan etmek mizacımda yok. Ellerimi kaldırıp, çekiyorum beyaz bayrağı, teslim oluyorum. 
Selama çıkan da yok, alkışlayan da... Kimsesiz bir çadır tiyatrosu oynanıyor ve benim için perde kapanıyor.

Not: İllüstrasyonlar Jose De La Barra' ya aittir.
Öykü tamamen kurgusal olup, gerçek yaşantımla ilgisi bulunmamaktadır.

6 Mayıs 2019

Adana-Antakya-İskenderun

Çocuklarla birlikte iki gün izin kullanıp (Eren' in derslerimden geri kalacağım diye karşı çıkmasına rağmen), eğitim-öğrenim sadece okul sınırları içerisinde değildir, pratik teoriğe üstündür düsturu ile bir hayat aralığı yarattık.
Yönümüz Adana idi ancak yol üzerinde hep görmeyi düşündüğüm Tuz Gölü' ne denk gelince onu da aradan çıkardık:) Sonrasında Taş Köprü(Seyhan nehri üzerinde kurulu olan Taş köprü, Dünya’nın araç trafiğine açık en eski köprüsü ve Romalılar tarafından 2.yy’da inşa edilmiş), Seyhan Nehri(neyse ki baraj kapakları açık, Seyhan akıyor, derin ve berraktı) ve Sabancı Camii (Seyhan nehrinin hemen kıyısında kurulu olan Sabancı Merkez Camii Türkiye’nin ve de Ortadoğu’nun en büyük camii olarak bilinirmiş ve 6 adet 99 metre yüksekliğinde minaresi ile nehir kenarında hoş bir manzara sunuyormuş) ile Adana' ya merhaba dedik.
Şehir müzelerini görmeyi hep çok önemserim. Adana Şehir Müzesi yeni yapılmış, özenli bir müze olarak seyir rotamızda yerini aldı. Ancak şehir gezisi planında en uygun sıralamayı belirlerken beni dikkate almamalısınız çünkü örneğin, Taş Köprü' den sonra Ulucami, Ramazanoğlu Medresesi, Saat Kulesi, Kazancılar Çarşısı diye devam etmek daha fazla enerji tasarrufu sağlayacaktır.
Ve Sinema Müzesi; Adana' ya gelmişken biraz zaman ayırıp gezebileceğiniz hemen sonrasında ise müzeye bitişik olan Atatürk Evini ziyaret edebileceğiniz bir konumda. Merkez Park ise, gerçekten özenli, bakımlı, nehrin kenarında, şehrin merkezinde kocaman, yemyeşil, güzel bir dinlenme olanağı sunan bir park. 
Ramazanoğulları’nın geride bıraktıkları en önemli yapılardan birisi Ulu Camii ve Ramazanoğlu Medresesi yan yana. Saat Kulesi ve Kazancılar Çarşısı da gezebilmek için buraya yakın bir konumda. (1881 yılında inşaatı başlanıp hemen 1 yıl içerisinde bitirilerek 1882 yılında hizmete açılan saat kulesi, Türkiye’nin en uzun saat kulesiymiş:) Biz her acıktığımızda Adana kebap ve ciğer yiyerek (dört taraftan gelen kebap kokuları nedeni ile tokluk hissi yaşamanızın olanağı pek yok- İştah Lokantasını ve Birbiçeri tercih ettik) Adana ile hasbıhalimizi Seyhan Gölü yakınlarında Tahta Masa Restoran' da göl manzarası ve gün batımı ile sonlandırdık. 
Sabah gözlerimizi güzel bir baraj gölü (Çatalan) manzarasına ve yemyeşil bir doğaya açtık. Kahvaltı sonrasında ise durmaksızın soluğu Antakya' da aldık. Antakya aynı anda katolik-ortodoks kilisesi, cami ve havrayı görebilme imkanı ile bizi büyüledi. 
Saint Pierre Kilisesi, Stauris Dağı'nın batısında kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9.5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşmaktadır. Antakya'daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilir.
Çok merak ettiğimiz St.Pierre Kilisesi' ni ziyaret ettik ve eşsiz bir şehir manzarası izledik orada. (Elif bana ''nasıl ergen pozu verilir'' öğretiyor:) Anne ya sırtın dönük olacak ya da yüzünü kapatacaksın) Sonrasında ise Hatay şehir müzesi oluyor durağımız.
Hatay Müzesi inanılmaz mozaikleri ile şu ana kadar gördüklerim içerisinde gerçekten en önemli yere sahip olan müzelerden biri olarak kalacak. Çok etkilendiğimi ve zaman konusunda biraz daha rahat olsak burada daha çok uzun saatler geçirebileceğimi söylemek istiyorum. Kafatası biçimlendirmeyi hiç duymamıştım ve çok ilgimi çekti. MÖ 500 yıllarında bebeklerin henüz kemikleri tam sertleşmemişken sıkıca sararak uzun kafatası yapıyorlarmış. Estetik anlayışının değişkenliğini gözler önüne seren bir uygulama.
Antakya' nın arka sokaklarında keşfedecek onlarca kafe ve geleneksel Antakya evleri var. Burada da künefe için Yusuf Usta' yı,  tepsi kebabı için Pöç Kasap' ı tercih ettik:) Sonrasında yaşadığımız zaman sıkışıklığı nedeni ile Saman Dağı ve Harbiye Şelaleleri arasındaki tercihimizi 'şelaleler' olarak kullandık. Eğer Hatay' a yazın gelirsem sanırım bu şelalelerden dışarı adımımı atmam, bu bölgenin diğer yerlere göre oldukça serin olduğunu söylemeliyim.
Geceyi Arsuz' da geçirip, gözlerimizi bu kez denize açıyoruz. Arsuz' un okyanusu andıran denizini ve sahilini çok sevdik. Hatta o kadar sevdik ki ayaklarımızı denize sokmaya karar verip bir süre sonra işi yüzmeye vardıracak kadar :)) Erken yüzme deneyimi sonrasında ise İskenderun' a geçip Deniz Müzesini geziyoruz.

Burada en çok ilgimi 'usturlab' aleti çekti. Usturlab astronomi ölçümlerinde kullanılmış tarihi bir ölçüm cihazıymış. Güneş, Ay, gezegen ve yıldızın konumlarını belirlemek için kullanılıyormuş. Masif dümene ise bayıldım kesinlikle eve bir tane almak istiyorum:)

Şehitler Anıtı' nı da gördükten ve İskenderun sahilini dolaştıktan sonra Payas' a devam ediyoruz.
Son olarak Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi ve Payas Kalesini görüp dönüşe geçmeyi planladık.
Istanbul – Halep – Sam – Hicaz yolu üzerinde, Hac ve Ipek Yolu kervanlarının kesistigi noktada yer alan bir menzil külliyesi olarak insa edilen bu eser, devrin kudretli sadrazamı Sokollu Mehmet Pasa tarafından 1574 yılında Mimar Bası Mimar Sinan’a yaptırılmıstır. Payas’taki Külliye, Türk – Islam Mimarisi’nin en güzel ve en güzide eserlerinden birisidir. Insa tarihi, Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” dedigi Edirne Selimiye Camii ile es zamanlı olması sebebiyle, bu nadide eser onun mimarlık birikiminin bir özetidir.
Kesinlikle yolunuz düşerse Payas' a uğrayıp bu Külliyeyi ziyaret etmelisiniz. Daha düşük bir beklenti ile gidip bu harika eser ile karşılaştığımızda iyi ki gelmişiz diye düşündük. Külliyenin restorasyonu tamamlanmış, kalenin bir bölümü ise hala yapım aşamasında. Orası da bitirilip, gezintiye açılınca çok daha güzel olacak.

Gezimizi tamamlayıp, Niğde üzerinden (Niğde' de yaşayan kardeşimi de ziyaret edip) dönüşe geçiyoruz. Bu gezilerin çocuklara çok şey kattığını düşünüyorum. Hem oldukça istekliler hem de keyifle eşlik ediyorlar bize. Bu ön tatil simülasyonundan sonra okula ve işe dönüş biraz zor olsa da birlikte harika üç gün geçirdiğimizi söyleyebilirim. Ayrıca tarihi yerleri ve müzeleri gezmeyi sevenlere 'müze kart' ın çok işime yaradığını ekleyerek yazımı sonlandırmak istiyorum. 

5 Mayıs 2019

Zorba-DOB

KONU: Küçük bir Yunan kasabasına John isimli bir Amerikalı gelir. Etkilendiği ve parçası olmak istediği geleneklerin cazibesine kapılarak güzel bir dul olan Marina'ya aşık olur. Marina'dan da karşılık bulur. Üstelik Marina, köyün yakışıklı delikanlısının aşkını da yok saymıştır. Yabancı birine aşık olduğu için Marina'ya köylüler karşı çıkar. Ancak John ile Marina'ya, John'un dostu Zorba sahip çıkar. Çift, kimsesi olmayan, ancak güçlü ve özgür bir adam olan Zorba'nın sayesinde aşklarını yaşama fırsatı bulurlar… Köylüler birlik ve geleneklerini korumak gayretindedir. Zorba, zavallı John´u köylülerin elinden zor da olsa kurtarırken sevgilisi Marina, intikam peşinde koşan kalabalığın kurbanı olur. Yaşama küsen Zorba, sirtaki oynayarak teselli bulurken, John ve diğerleri de bu dansa katılır. Herkes yeni bir yaşam için teselli, af ve dayanma gücü arayışı içindedir.
Eser:NIKOS KAZANCAKIS
Müzik:MIKIS THEODORAKIS
Orkestra Şefi:BUJOR HOINIC
Zorba: BURAK KAYIHAN-EREN KELEŞ / John:EREN KELEŞ-İLHAN DURGUT / Marina:HAYRİYE MİNE İZGİ-ÖZGE ONAT / Manolioes:İLHAN DURGUT-UMUT CAN ARZUMAN...

Nikos Kazancakis' in Zorba adlı romanının Ankara Devlet Opera Balesi tarafından baleye uyarlanmış şeklini Ankara Congresium' da izledim. 
DOB' nin muhteşem orkestrasını yine Bujor Hoinic yönetiyordu. Enstrüman olarak 'arp' bulunan orkestralar her an insanın karşısına çıkmıyor:) Daha önce Troya' da dinlemiştim. Sadece Theodorakis' in büyüleyici ezgilerini bu orkestradan dinlemek için bile Zorba' ya gidilebilir diye düşünüyorum. Bırakın ki bu ezgilere çok çalışıldığı belli olan harika danslar eşlik etsin... Benim için duysal terapi niteliği taşıyan bir geceydi.
Deneyimsiz bir opera-bale izleyicisi olduğumu kabul ediyorum ancak sahne sanatlarının tümünde, izleyici ile bir şekilde iletişim kurabilen, bir duygu geçişi yaratabilen sanatçıların biraz daha fazla parladığını hep düşünmüşümdür. Ve bu anlamda Zorba rolü ile Burak Kayıhan' ın performansının etkileyiciliğine değinmeden geçemeyeceğim.
Ve Marina performansı ile Hayriye Mine İzgi' yi izlemek de çok keyifliydi.
Artık sezonun sonlarına yaklaşırken, bu sene Elif ve Eren ile tercihlerimizde yetişkin oyunlarının yanı sıra opera ve baleye de yer verebilmiş olmaktan mutluluk duyduğumu ve gelecek sezon için iyi bir alt yapı oluşturduğumuzu düşünüyorum.
Gösteri bitiminde 3100 kişilik Congresium sahnesinin tamamı ayaktaydı. Salondan ayrılan tek tük izleyici dışında herkes alkışlıyordu ve kimsenin gitmeye niyeti yoktu. İlk rutin selamlamadan sonra bitmeyen alkışlar nedeni ile sanatçılar küçük bir bölümü tekrar canlandırdılar ve ikinci selamlamaya geçtiler. Ancak bu selamlama sonrasında da aynı tablo yaşandı ve üçüncü kez aynı bölümü oynayan sanatçılar üçüncü selamlamaya geçtiler. Ve yine değişen bir şey olmadı, izleyiciler ayakta ve alkışlar bitmiyordu. Hatta bazı izleyiciler sirtaki yapmaya başlamıştı:) Dördüncü kez oynanan bölüm ve selamlama sonrasında izleyiciler hala coşkuyla alkışlarken sahne perdeleri kapandı. Böylesi bir deneyimi ilk kez yaşadım ve sanırım hiç unutmayacağım:)))