20 Şubat 2020

Gidion' un Düğümü

GIDION’UN DÜĞÜMÜ - ANKARA DT 
Büyük Oyunu - 1 Perde - 1 Saat 15 Dakika
Yazan Johnna Adams
Çeviren ve Yöneten Buğra Koçtepe
OYUNUN KONUSU: 
“ Çocukluk masum olmak demek değildir...Masumiyeti hızla kaybetme durumudur...” 418 numaralı sınıfta bir ilkokul öğretmeni ve bir annenin benzersiz randevusu, ait olduğu sistemi eleştirirken günümüzde gerçekliğin yerini alan sosyal medya , ebeveyn ve eğitimci olma, aile, ahlak, sanat, çocukluk ve hayal gücüne dair düşüncelerimizi sorgulatan bir dram.
OYUNCULAR: Corryn: Meltem Baytok - Heather: Ebru Nil Aydın
Eğitim sisteminin çarpıcı bir şekilde irdelendiği Gidion'un Düğümü, bir birey yetiştirmenin sorumluluğunun sorgusunu, bir anne ve bir öğretmeni karşı karşıya getirerek, bizleri adalet, sanat, farkındalık ve suçluluk duygusu üzerinden gerçeklerle yüz yüze bırakıyor.

Bu sezonun yeni oyunlarından 'Gidion' un Düğümü' çok yeni bir metin olmasına rağmen pek çok topluluk tarafından defalarca sahnelenmiş. Yazar Johnna Adams hakkında internet üzerinden çok fazla bilgiye ulaşamadım, ancak eserin 2012 yılında yayınlandığını biliyorum ve 2013 yılında Amerikan Tiyatro Eleştirmenleri Derneği’nin Steinberg / ACTA ödülünü almış. 
+15 kategorisinde biraz çarpıcı, biraz sarsıcı ve biraz da sert bir metin, konunun ana arterinde bir çocuğun intiharı söz konusu olunca özellikle ebeveyn ve eğitimciler için de son derece etkileyici olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

Öğretmen Heather Clark' ı 'Ebru Nil Aydın' ve anne Corryn Fell' i de 'Meltem Baytok' canlandırıyor. Ancak bu yazıda her iki karakterden 'anne' ve 'öğretmen' tanımlamaları ile bahsedeceğim. Bu bölümden itibaren spoiler içerebilir, çünkü metinde oldukça ilgi çekici olduğunu düşündüğüm bazı detaylar var. Konu kısaca; Chicago’da okuldan uzaklaştırma cezası aldıktan sonra intihar eden on bir yaşındaki beşinci sınıf öğrencisi Gidion' un annesinin; oğlunun ölümünden kısa süre önce öğretmenin kendisi ile görüşmek istediğini belirten notuna istinaden, okula gelişini ve bu intiharın ardındaki tüm bilinmezleri öğrenmek için sınıf öğretmeni ile aralarında gelişen sarsıcı diyalogları içeriyor.
Diyaloglar annenin tüm kimlikleri ile adeta bir dedektif gibi sınıfta gezinişi, öğretmeni sorgulayışı, sınıf panosuna asılı öğrenci yazılarını okuması, Gidion' un sırasına oturup, kitaplarının arasından oğluna yazılmış bir not buluşu (notta, Jake tam bir yalancı, ben sana inanıyorum Gidion, yazmaktadır) ile ilerliyor ve sonrasında da Gidion' un okuldan uzaklaştırılması ile ilgili olarak öğretmenin 'çok büyük bir olay' nitelendirmesinde işler düğümleniyor. Bu büyük olayın ne olduğu beslenen bir merak unsuru olarak diyaloglar içerisinde geziniyor ve Gidion' un okuldan uzaklaştırma cezası almasına neden olan büyük olayın yazdığı bir hikaye olduğunu öğreniyoruz.
Bu aşamada sınıf öğretmenin başlarda anneyi ilgisiz, bilgisiz bir ebeveyn gibi görüp sonrasında onun seçkin bir üniversitede orta çağ edebiyatı dersleri veren bir profesör olduğunu öğrendiğinde yaşadığı şaşkınlığını ve üslup değişimini fark edebiliyorsunuz. Metinde verilen öğretmen modeli paradigmaya bağlı, eğitim sistemini koruyan, katı bir eğitimci modeli. Aynı şekilde ilerleyen diyaloglarda öğretmenin de daha öncesinde reklamcı olduğunu ve mesleğinde henüz yeni olduğunu öğreniyoruz ki bu da annenin öğretmenin yeteneklerini sorgulaması için güçlü bir argüman oluşturuyor.
Gidion' un yazdığı hikaye, pek çok yetişkinin bile tüylerini ürpertebilecek ölçüde vahşi, dehşet verici ve insanlık dışıdır. Hikaye, kabilelere ayrılmış öğrenciler tarafından tecavüz edilip öldürülen öğretmenlerin bağırsaklarını bir sopaya dolayıp dokumacılara götüren Gidion' un, bu bağırsaklardan dokunmuş pelerinle kabilesini kurtaran bir şaire dönüşünü anlatmakta ve bir de Jake' in birinci sınıflardan bir çocuğa tecavüz ettiğinden bahsetmektedir.  Oysa ki öğretmen ve okul idaresince dehşet verici bulunan bu hikaye, annenin oğluna anlattığı ortaçağ efsanelerinden birinin abartılarak uyarlanmış halidir. Gidion' un eşcinsel eğilimleri ve Jake' e aşık oluşu da metin aralarında yakalanan dikkat çekici bir detaydır. Ve annenin öğretmene çıkışı: ''Siz kim oluyorsunuz da benim oğluma neyi yazıp neyi yazamayacağını söylüyorsunuz? Bu harika bir hikaye. Benim oğlum bir dahiymiş, büyük bir edebiyatçı olacakmış, siz ise onu anlamamış ceza verip okuldan uzaklaştırmışsınız.''
İşte burası benim için metnin en çarpıcı kısmıydı... Belki Gidion gerçekten iyi bir korku romanı yazarı olabilecekti. Oysa o yerler kirlenmesin diye evin garajında yere muşambalar sererek, kafasına bir kurşun sıkıp intihar etmeyi seçti.
Annenin henüz çok taze olan kaybının izleri okunurken, çok yönlü düşünce sistematiği içerisinde zaman zaman anneliğini sorgulayışı, kendini suçlayışı, eşinin ölümünden sonra Gidion ile yeterince ilgilenememiş olma düşüncesi, zaman zaman ise öğretmeni, eğitim sistemini sorgulayışı, oğlunu anlama çabası, bu çabadaki gecikmişliğin çaresizliği ve duygusal iniş çıkışları çok etkileyici...
Oyunculukları oldukça başarılı buldum ve böyle yüksek tansiyonlu psikolojik bir oyunun oynanmasının zorluklarını düşündüm. Sanatçılar için oldukça yıpratıcı ve sarsıcı bir oyunculuk performansı... Ve bunun her gece her gece devam etmesi o sahnede her gün bu oyunun gösterilebilmesi bende hayranlık uyandırıyor. Her iki kadın sanatçımızı da tebrik ediyorum etkileyici oyunculuk performansları için...
Dekor için kullanılan plastik sandalye ve masalar, modern bir sınıf görüntüsü verse de bana soğuk ve suni geldiler.


Reji için neler söyleyebilirim. Bu metin ile çok daha akılda kalıcı mesajlar verilebilir, düşündürücü vurgular ön plana çıkarılabilirdi belki... Oyuna oldukça yüksek beklentiler ile gittiğim için başarılı bulmama karşın tam bir doyuma ulaşamadığımı söyleyebilirim...

Ankara Devlet Tiyatrolarında sahnelenen 'Gidion' un Düğümü' nün izlenmesi gereken bir yapım olduğunu düşünüyor ve tüm tiyatro severlere öneriyorum.

17 Şubat 2020

Karmakarışık

KARMAKARIŞIK - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu - 2 Perde - 2 saat 45 dakika
Yazan: Ray Cooney - Çeviren: Haldun Dormen / Kemal Uzun - Yöneten: Haldun Dormen
OYUNUN KONUSU: 
Richard Phillips adında saygın bir bakan, rakip partinin sekreteriyle küçük bir kaçamak yapmak için bir otel odası tutar. Ancak otel odasında bir cesetle karşılaştıklarında olaylar içinden çıkılmaz ve karmakarışık bir hal alır.
OYUNCULAR: 
Richard Philips: Erkan Taşdöğen - George Pigdon: Fatih Kahraman - Garson: Ali Ersin Yenar - Susan Philips: Ebru Kaymakçı, Rüyam Perihan Dirin - Gladys Hemşire: Özden Çiftçi - Jane Harmon: Ebru Demirdöven - Müdür: Aral Seskir - Ronnie Harmon: Sinan Cem Çabuk - Ceset: Osman Tunca Soysal - Oda Hizmetçisi: Suzan Sabancı


Ray Cooney , 30 Mayıs 1932 tarihinde İngiltere doğmuş tanınmış ve çok üretken İngiliz tiyatro oyun yazarıdır. Pek çok oyunu tiyatrolarımızda sahnelenmiştir. Orijinal adı ''Out Of Order'' (hizmet dışı) olan bu eseri 1991 yılında yazmıştır. Eser Türkçeye Haldun Dormen tarafından ''Karmakarışık'' olarak çevrilmiştir ve türü vodvildir. Yazarın yine aynı türde ve Haldun Dormen çevirili Kaç Baba Kaç isimli oyununu da geçen sezon izlemiştim. Ancak Karmakarışık' ı metin, espri kalitesi ve oyunculuk anlamında çok daha başarılı bulduğumu ifade etmeliyim.  
Vodvil, toplumsal sorunları, mizahi bir yaklaşımla hicveden tiyatro türüdür.Vodvil türü, 18. yüzyılda sınıf farkının oluşması sonucu Fransa`da ortaya çıktı. İçinde müzikal bölümler, dialoglar, monologlar, ve pandomim gibi değişik gösteri türleri barındırabilir. Komedi`nin alt türlerinden biri olduğu için komediyle pek çok ortak tarafı vardır. Ama bazı yönleriyle komediden ayrılır. Vodvilleri, genellikle mutlu sonla biterler. Hikayenin sonucunda olayların kaynaklandığı sosyal sorunlar ortaya çıkarılmaya çalışılır. Vodvil kişilerinin karakterleri detaylarıyla belirtilmez, belli özellikleri öne çıkarılmış abartılı karakterlerdir. 
İstanbul Devlet Tiyatroları' nın üç sezondur gösterimde olan ve oldukça sevilen bu oyununu Ankara turnesinde yakalayabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.  
Kısaca oyunun konusu; İngiltere Dış İşleri Bakanı Richard Phillip(Erkan Taşdöğen: Zaga'daki vampir tiplemesini anımsıyor musunuz:), İşçi Parti sekreterlerinden Jane Harmon (Ebru Demirdöven: Giydirici' de izlemiştim daha önce) ile kaçamak yapmak için bir otel odası tutar. Ancak odada buldukları pencereye sıkışmış bir ceset, tüm planlarını alt üst eder. Kaçamaklarının ortaya çıkmaması için odalarında buldukları cesedi, otel yetkililerine ve polise bildirmek istemezler. Bakan, bu zor durumdan kurtulmalarına yardımcı olması için baş danışmanı George Pigdon’ı (Fatih Kahraman) da otele çağırır. Otel müdürü, paragöz bellboy (Ali Ersin Yenar), sekreterin eşi, bakanın karısı ve danışmanın annesine bakan Gladys Hemşire' nin gelişen olaylara dahil olmaları ile birlikte sahnede telaşlı ve karmakarışık, izleyici koltuklarında ise eğlenceli ve keyifli anlar başlar.    
Odanın giriş kapısı, yatak odası kapısı, gardolabın kapısı ve pencereden oluşan dört giriş çıkışlı, çok ama çok hareketli vodvilin, iki saat kırk beş dakika boyunca izleyiciye güzel zamanlar yaşattığını düşünüyorum. İlk perdede bir buçuk saat soluksuz su gibi akıp geçti. Ancak ikinci perdenin ortalarından itibaren tekrarlanan ve uzayan sahneler biraz sıkıcı oldu sanki. Oyuna tek eleştirim zaman konusu olabilir. 
Oyun metin türü bakımından derinliği ve sosyal mesajları olmayan bir komedi ancak esprilerin kalitesi kesinlikle benim beğeni standardımı yakaladı. Salondaki herkesi de güldürdüğünü ve çoğunluğu yakaladığını; ayrıca reji yorumlarında dozunda ve nitelikli bir şekilde repliklere yedirilen muhalif göndermeler ve siyasi gündemle ilgili esprilerin izleyiciden olumlu reaksiyon aldığını düşünüyorum.    
Oyunculuklara gelince Erkan Taşdöğen ve Ebru Demirdöven başta olmak üzere, Ronnie Harmon (sekreterin eşi) rolü ile Sinan Cem Çabuk ve Fatih Kahraman ile de devam edip, tüm oyunculuk performanslarını oldukça başarılı bulduğumu söylemek isterim. 
Sonuç olarak Karmakarışık, izleyicisine oldukça keyifli zamanlar vaadeden, rejide ve metinde etkisini hissettiren Haldun Dormen kalitesi ile başarılı bir yapım. Tüm ekip büyük bir alkışı hak ediyor.
Teşekkürler İstanbul Devlet Tiyatrosu...

12 Şubat 2020

Düdüklüde Kıymalı Bamya

DÜDÜKLÜDE KIYMALI BAMYA - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu - 1 Perde - 1 saat 20 dakika
Yazan: Memet Baydur 
Yöneten: Serap Eyüboğlu
OYUNUN KONUSU:
Oyun, yaygınlaşan dedikodu ve eğitimsiz toplum kültürünü eleştirirken, bunlara karşı olanların ötekileştirilmesini sorguluyor. 
Sabah kahveleri, fal tutkuları ve içi boş anlamsız sohbetleriyle küçük burjuva kadınlarının duyarsızlıklarına komik bir bakış sergiliyor.
OYUNCULAR: 
Fazilet: Sevinç Niş - Aynur: Ayla Baki Yücesoy - Fahrettin :Emin Maltepe - İnci: Ece Koroğlu - Hamiyet: İpek Gülbir - Cemile: Demet Ergün - Nilgün: Türkü Deyiş Çınar - Uğur :Rami Çakır

Memet Baydur, (d. 9 Ağustos 1951, Ankara - ö. 24 Kasım 2001, İstanbul) Türk oyun yazarı.
1974 yılında İngiltere'ye giderek Londra Üniversitesi'nde sosyoloji eğitimi gören Baydur, öğrenimini yarıda bırakarak Türkiye'ye döndü. Kısa öyküler yazan Baydur'un bazı öyküleri yayımlanmaya başladı. İlk yazısı 1979'da "Yeni İnsan" dergisinde yayımlandı. Milliyet Sanat, Gösteri, Kitap-lık ve Sanat Dünyamız dergilerinde yazı ve öyküleri çıkmaya başladıktan sonra, 1982 yılında Afrika'ya giderek Kenya'da "Toplu İletişim Okulu"nda Sinema tarihi, sinematografi ve tiyatro üzerine dersler verdi. Diplomat olan eşi Sina Baydur'un atandığı görev yerleri nedeniyle değişik ülkelerde bulundu.
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nda sinema dersleri verdi, Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazdı. İspanya'ya gitti ve Madrid Uluslararası Akdeniz Tiyatro Enstitüsü'nün kurucu üyeleri arasında yer aldı. 1992'den itibaren Bonn Tiyatro Bienali'nin Türkiye danışmanlığını görevinde bulunan Memet Baydur, oyun yazarlığına Afrika'dayken başladı. Oyunlarında Türkçe dil kullanımı konusunda oldukça başarılı olan yazar, ABD'de tedavi gördüğü kanser rahatsızlığından sonra, genç sayılabilecek bir yaşta İstanbul'da yaşamını yitirdi.
İstanbul Devlet Tiyatrosu oyunlarını bu yıl sık sık izleme şansı bulmaktan memnunum. Şu ana kadar hayal kırıklığı yaşatmayan temsiller izledim kendilerinden bu nedenle İDT' yi görünce çok düşünmeden bilet alıyorum. Bu kez turne kapsamında Altındağ Devlet Tiyatrosunun konuklarıydılar.
Düdüklüde Kıymalı Bamya, benim için farklı bir deneyim oldu. Daha önce metinden hoşlanmayıp, oyunculukları ise oldukça başarılı bulduğum bir temsil izlememiştim. 

Metnin bir mesaj kaygısı var. Üretmeyen, eşlerinin paralarıyla, evlerinde hizmetçi ile, eş dost komşuları ile gününü gün eden, televizyon dizileri, konken, güzellik reçetelerinden farklı bir gündemleri olmayan, kızlarına biçtikleri kaderin de kendileri gibi olduğu ve zengin bir eş ile evlenmeleri gerektiğini düşünen ev kadınlarına; komik diyemeyeceğim komik olmaya çalışan ama düzeyini tam olarak tutturamayan, eleştiriyi zaman zaman aşağılama ve alay boyutuna vardıran rahatsız edici bir üsluba sahip argosu fazla bir metin olduğunu söyleyebilirim. 
Konu şöyle: Bir evin salonu sabah saatleri Fazilet Hanım (Sevinç NİŞ)' ın eşi işe gitmiş kendisi gazete okumakta ve hizmetçisi Cemile (Demet ERGÜN)' den kahvesini beklemekte, kahve geciktiği için şikayet etmektedir. Aynı evde kalan dul kardeşi Aynur (Ayla Baki YÜCESOY) spor yaparak salona girer sahneye dahil olur. Üst kat komşuları İnci (Ece KOROĞLU) de onlara katılır. Rutinleri olduğunu düşündüğümüz bir sabah sohbeti başlar aralarında. Fazilet Hanım' ın kızı Nilgün (Türkü Deyiş ÇINAR) de gelir ve lise arkadaşı Postacı Uğur’un (Rami ÇAKIR) dedesi Fahrettin Bey (Emin MALTEPE)' in bugün kalacak yeri olmadığını ve geleceklerini haber verir. Fahrettin Bey farklı bir dede figürü ile güya ezberbozmaya çalışır. Kendi haline kaldığında torunu Uğur' un bu tip! insanlarla nasıl bir işi olabileceğini anlayamadığını söyler kendi kendine. Uzak tanıdıkları Hamiyet’in (İpek GÜLBİR) de gelişi ile oyuncular tamamlanır.
Yazarın, tüm toplumsal olaylara, ekonomik ve sosyal gelişmelere hatta savaş haberine bile duyarsızlaşmış üretmeyen -yazara göre küçük burjuva sınıfı- ev kadınlarına karşı eleştirisini, Postacı ve Dede figüründeki iki erkek üzerinden yapmaya çalışırken; bazı majör hatalara düştüğünü düşünüyorum. Zira, güya kültür çatışması yaşayan, evin üniversite mezunu kızını, bu karanlık bakış açısından kurtaracağını iddia eden Postacı Uğur' un o ana kadar hayatta nasıl tutunduğu, neler okuduğu ya da deneyimleri hakkında pek fikir sahibi olamıyoruz. Oyunun sonlarında cinsiyet üzerinden ev kadınlarına yapılan eleştiri (Uğur' un ev kadınlarına yaptığı iltifatlar ile hepsini etkilemesi) ironik ve komik olmaktan uzak, absürd dahi diyemeyeceğim kadar düzeysizdi. Yaşlılık kılıfı altında herkese aklına gelen her şeyi söylediğini iddia eden, farklı farklı meslekler denemiş, kibirli Fahrettin Bey' in ise sınıf eleştirisi yapamayacak kadar umursamaz bir yaşam tazına sahip olduğunu düşünüyorum.
Biraz da oyunculuklar :)

Dört kadın oyuncu Sevinç Niş, Ayla Bak Yücesoy, Ece Köroğlu, İpek Gülbir harika bir uyum içerisinde çok başarılı birer oyunculuk sergilediler. Birbirlerini çok iyi anlıyor ve tamamlıyorlardı tam bir ekip olmuşlardı. Özellikle Hamiyet performansı ile İpek Gülbir bir adım öndeydi. Cemile rolü ile Demet Ergün bu oyunda, Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri 2018 de "Yılın Umut Veren Kadın Oyuncusu" ödülünü almış, kesinlikle haketmiş ve biraz ağdalı bir tarzı olsa da oldukça başarılıydı. Rolüne çok inanıyordu ve izleyiciye enerjisini yansıtıyordu. Fahrettin Bey performansı ile Emin Maltepe, gelmiş geçmiş tüm baş karakterlerin hakkını verebilecek kadar güçlü ve deneyimli duruyordu sahnede. Daha sık izleyebilmeyi isterim kendisini. Uğur rolü ile Rami Çakır' ı biraz sönük bulduğumu söyleyebilirim sadece. 


İDT' ye teşekkür ediyor, sezona bol bol oyun izleyerek devam edelim diyorum :))

9 Şubat 2020

Güzellik Yanılsaması

-Tık tık tık...
-Parola?
-Sarı saksağanlar soğanlı salata severler! Ha-diii açııınnnn kapıyı....
-Yaan-lııış....
-Tamam tamam 'Sarı saksağan soğanlı salata sever?' 
-Doğru, hadi çabuk içeri gelin...

Hayatımın en büyük serüvenlerine Nihat' ların bodrum katında kurduğumuz zor parolalı kulüpler sayesinde çıktım. Barış, Özlem, Nihat ve ben kurucu ve asil üyelerdik. Bizim mahallede bu kulüplere dahil olabilmek yüksek prestijli bir ayrıcalıktı. Kulübe girmenin ön koşulu bisiklet sahibi olmaktı. Üyeliğe kabul edilirseniz 'kulüp yemini' edip, rica minnet Barış' ın abisinin bakkal dükkanındaki yazıcıdan çıkardığımız kulüp kartlarına sahip olmaya hak kazanıyordunuz. Yazıcıyı kullanmamızın zorlukları ile kulübe yeni üye kabul edebilmemizin zorlukları, mecburen paralel bir çizgide ilerliyordu.
Her zaman en yaratıcı, en parlak ve en eğlenceli fikirler Nihat' tan çıkıyordu. Zihni bir fikir atölyesi gibi çalışıyordu. Onun yanında olduğum sürece asla sıkılmayacağımı, hep yapılacak yeni yeni önemli görevler icat edeceğini biliyordum. İşin güzel tarafı yaptıklarımızın, çoğunlukla faydalı ve büyüklerce kabul görebilir nitelikte olmasıydı. Ciddi işler, büyük projeler peşindeydik. Nihat' ların bodrum katında kurduğumuz zor parolalı kulüpler, kendimi ilk kez büyümüş hissettiğim ve içimde dünyada yanlış giden bazı şeyleri değiştirebileceğime dair ilk kıvılcımları yakaladığım yerdi. 
Nihat' la bisikletli piknik organizasyonu, haftalık mahalle gazetesi çıkarma, tiyatro sahneye koyma, bisikletle otuz kilometre uzaktaki komşu ilçeye gezi, topluca ildeki Tarkan konserine gitme, yaralı sokak hayvanlarını tespit edip belediyeye başvurma, mahalledeki birinci sınıf çocuklarına okuma kursu, pazardan dönenlerin poşetlerine yardım etkinliği, annesi kayıp kedi yavrusunu hayata hazırlama, kum plaj çöplerini toplama gibi şu an anımsayamadığım pek çok proje.. Ancak bunların tamamı belli kurallar içerisinde, gerekli materyaller kullanılarak, izinli, ilkeli, disiplinli bir şekilde yürütülüyordu. Her birimize projeler ile ilgili görevler veriyor, planlar yapıyor, sorun yaşayabileceğimiz durumları belirliyor, eğer başarırsak sonucunda elde edebileceğimiz kazanımlar ile bizi heveslendiriyordu. Hepimiz onu dinliyor, ne derse yapıyorduk. Bir liderin tüm özelliklerine sahipti. İletişimi etkili, ikna gücü ve özgüveni yüksekti. Hem bizden biriydi hem de sanki ikinci hayatını yaşıyormuş gibi deneyimli, güven ve hayranlık uyandıran biri. 
Mahalledeki tüm olaylara koşuyorduk. Bazen birer savaş muhabiri, bazen barış elçileri, hayvan hakları savunucusu, bir gezgin, bir filozof, bir kahraman, bazen çevre gönüllüsü, bazen de bir yardımsever gibi hissediyorduk. Detaylar aklımdan çıkmış, bazı olayları unutmuş olsam bile, duyguları, henüz onlu yaşlarımın başlarında hissettiğim o muhteşem duyguları unutmam mümkün değil.   

Bisikletleri doksanların sonlarına doğru sürüyoruz, biraz daha büyüyoruz. Başkalaşmaya başlıyorum. Yıllardır üst üste koyduğum tüm pozitif duygularım artık bir anlam kazanmak istiyor. Farklı hissediyorum. Nihat' sız duramıyorum, geceler boyu onu düşünüyorum. O kadar çok seviyorum ki hayal ettiğim o koskocaman dünya küçülüp küçülüp Nihat' tan ibaret kalıyor. Yanımda olduğu sürece yapamayacağız, birlikte başaramayacağımız, istedikten sonra gerçekleştiremeyeceğimiz hiçbir şey getiremiyorum aklıma. Dünyayı yerinden oynatabiliriz gibi geliyor, bize dair inancımdan zerre şüphem yok. Konuşmaya ve kendimi anlatmaya karar veriyorum.
'Tüm rütbelerimi söktüm sana gelirken, maskelerimi çıkardım, kalkanlarımı indirdim. Savunmasız sivillere ateş edemeyeceğini biliyorum çünkü' diye başlıyorum. Ve sevgimin derinliğini, sonsuzluğunu anlatmaya çalışıyorum ona. 'İnan bana' diyorum, 'tek bir kıvılcım göremesen de, yüreğimdeki yangına inanmalısın. Tek bir yağmur damlası göremesen de, sağanak halinde sana aktığımı bilmelisin.'

Ciddileşiyor, durgunlaşıyor... Benim taşkın coşkumu, tsunami misali duygularımı süt liman edecek ve etkisi aylar sonra bile hissedilecek uzun bir cümle kuruyor. Gündeliğin yüzeyinde gibi görünen ancak derinliği düşündükçe boyumuzu aşan bir cümle. Kırmıyor, incitmiyor, değersizleştirmiyor, ancak reddediyor. Hiçbir şey söyleyemiyorum...
Uzun bir süre onu görmek istemiyorum, kaçıyorum, saklanıyorum. İçten içe beni beğenmediğini düşünüyorum, hatta eminim buna. 'İnsan korktuğu için mi kaçar, kaçtığı için mi korkar' bunun ayırdına varamayacağım kadar uzun bir süre görmüyorum onu... Nihat da yoluma çıkmıyor. Yoluma çıkabileceği her köşe başı detay bilgisine sahip olmasına rağmen, karşılaşmıyoruz. Sonunda cesaretimi toplayıp bodrum katına gidiyorum. Hala o kadar güzel ki benim için tüm yaşadıklarımız. Çocukluğumun mimarı, en büyük şansım diyorum ona, hiç kızamıyorum. Biraz kendime kızıyorum, biraz anneme, biraz da daha güzel olmama engel olan genetik kodlarıma... Hayal kırıklıklarımı topluyorum tek tek yerlerden, korkularımla göz göze geliyorum, ellerimden tutup kaldırıyorum kendimi, sarılıp, teselli ediyorum ve tüm kırıntıları süpürerek o bodrum katını tertemiz bırakmaya çalışıyorum.   

Ve defterime not düşüyorum:
Bana 'güzellik' ten bahsediyorlar. Geçiciliğinden, uçuculuğundan, aslolanın iç güzellik oluşundan. Hiç kimse çirkin olduğu için reddedilenlerden, hor görülenlerden ve 'çirkinlik' ten bahsetmez... Oysa çirkinlik çırılçıplak ve buz gibi bir gerçekliktir her zaman güzellik yanılsamasının yanı başında...

Not: Görseller Pascal Campion' a ait olup, öykü kurgusaldır.