18 Şubat 2010

Çocukluğum Bölüm 3


Haftada bir gün çamaşır günü olurdu annemle ananemin. Ananemin banyosundaki kazan yakılır. Merdaneli çamaşır makinesi ortaya çekilir, kirli çamaşırlardan oluşan kocaman bir tepe yıkanmayı beklerdi. Çamaşırların sıkılmasını izlemeyi çok severdim. Annem kalın bir sopayla aldığı çamaşırları dönen iki silindirin arasına verir, diğer taraftan sıkılmış olarak çıkardı çamaşırlar. Bazen de çıkmaz araya sıkışır dönüp dururlardı, bu durumda annem silindirleri durdurur, iki silindirin arasını açarak arada kalan çamaşırları çıkarırdı. Banyo zamanlarımızı da aynı güne denk getirir, o gün hepimiz yıkanırdık.

Her akşam evimizin ahşap balkonunda yenilen yemeklerden sonra annem babam ve ablam mutlaka yürüyüşe çıkarlardı. Bu yürüyüşler genellikle bir akşam mendirek bir akşam iskele yönüne olurdu. Yürüyüşler esnasında karşılaşılan bir çok eş dost ile ayaküstü konuşup sohbet etmek adettendi. Bazen parkta bir çay molası verilir, büyükler çay-oralet içerken biz de ufuk gazoz, pepsi-cola, yedigün içer, çocuk parkında oynardık.

Salı günleri pazar kurulur, o gün her yer çok kalabalık olurdu. Annem özellikle tembihler o günü evden uzaklaşmadan geçirmemiz konusunda bizleri uyarırdı. Salı günleri annemin kabul günüydü çünkü evimiz pazara yakın ve kapımız ardına kadar açık olduğundan gelip giden hiç bitmez, çayların ikramların ardı gelmezdi.

Pazar sabahları kahvaltıda Karadeniz pidesi olurdu. Annem evde peynirli ve kıymalının içlerini hazırlar, biz içleri çarşıdaki bir fırına götürür, pidelerin hazırlanmasını beklerdik. Sonra da sıcacık pidelerle dönerdik eve. İçine köy tereyağından bir göl yapar sonra bu yağa bana bana iştahla yerdik pideleri.

Baktığımda içimi ısıtan beni mutlu eden bir çocukluk geçirdim. Annem babam eğitimciydi evet ama ne Thomas Gordan dan haberleri vardı ne 2 yaş sendromundan. İçlerinden geldiği gibi samimiyetle bazen severek, sarıp sarmalayarak, bazen ceza vererek, kızıp bağırarak büyüttüler bizi. Mutlaka yanlışları oldu ve bu yanlışların bizde bıraktığı bir takım izler ama en azından samimilerdi… şimdi kızıma hiç sinirlenmemeye çalışarak, kitap gibi konuşurken yapmacık buluyorum kendimi bazen. sabah 8,30 da kreşe bırakıp akşam 5 de alırken ona sunamadığım özgürlükleri düşünmek beni üzüyor ve çocuklarıma güzel anılar bırakmak istiyorum birer yetişkin olduklarında tebessümle hatırlanan…

Çocukluğum Bölüm 2


Fındık zamanı başladı mı bir sakinlik çökerdi evlere. Gündüzleri insanlar ya kendi bahçelerinde çalışır ya ırgatlık yapar, evde kalan bir kaç kişi çalışanlara karavana hazırlardı. Biz de küçük bahçemizde fındığımızı toplarken, öğle ezanı vakti annem görünürdü kolunda kocaman yiyecek sepetiyle gülümseyerek... Babamın “paydos” sesiyle eller yıkanır, sofra kurulurdu. Karıncalar, örümcekler gezse de gazete kağıtları üzerindeki bu sofrada, hayatımın en lezzetli yemeklerini yedim ben. Babamın kızmasından korkarak söylenen bir türkü ile ellerimiz fındık karası, aklımızda kim bilir hangi masum aşk masalı, yorgun bedenlerimizle getirirdik akşam paydosu saatini. Önce yeşil yapraklı fındık toplanır, bir süre güneşte kurutulup, patoza verilerek çeç (yeşil kabuksuz) fındık elde edilir, bu fındığın da güneşe serilip yağmur görmeden kuruması gerekir. Karadeniz' in bol yağmurlu günlerinde bu güneşli günleri bulabilmek ise oldukça zordur.


Yazın çocuklar ayakkabı olarak lastik giyerlerdi. Ne kadar anlatsa da annem içinde ayaklarımızın havasız kaldığını ve sağlıksız olduğunu illaki biz de isterdik bu beyaz plastik ayakkabılardan. Şimdilerde moda olduğunu gördükçe plastik ayakkabı ve çizmelerin hep o günlerimiz geliyor aklıma. Bu ayakkabıları deniz kenarında kumlara sürte sürte bembeyaz parlatırdık. Bir de midye toplardık kaya diplerinden. Yaktığımız ateşe bir paslı teneke ve midyeleri de koyduk mu üzerine işte leziz bir atıştırmalık:) Evden koşup tuz ve ekmek alır karnımızı doyururduk bu şekilde. Bir de hiç hatırımdan çıkmayan dut pekmezi... Dut silkeler ağaçlardan ve dev kazanlarda dut pekmezi yapardı kadınlar. Pekmez olup da kaplara boşaltılınca “kazandibi” diye bağırırlardı etrafta bekleşen çocuklara. Herkes eve koşup ekmek kaşık alır koca kazanı tertemiz yapana kadar yerdik kalan pekmezi beraberce.

Her yaz bir ya da iki kere de ilçeden köye çıkardık. Böyle günlerde babam evin önüne jeep getirtir, hep beraber doluşurduk içine… Teyzemin köydeki evine varmak yaklaşık yarım saat sürerdi. Jeep in arkasında karşılıklı koltuklara oturup, yolda gördüğümüz arkadaşlarımıza sesimizi duyurmaya çalışarak eğlenirdik kardeşimle. Köy yolu engebeli ve gerçekten tehlikeli bir yoldu. Çünkü derince bir vadi, daracık yolun hemen bitiminden başlar, araba yol boyunca yükselerek ilerlerken, sonunda derenin denizle buluştuğunu görebilirdik. Nefes kesen bir vadi manzarasıydı… Köy yolundaki kabirlikte mutlaka durulur, biz arabada beklerken annemler kabir ziyaretini tamamlar, dönerlerdi. Köye vardığımızda tüm günü akraba çocuklarıyla böğürtlen toplayarak, çeşmeden su doldurarak yeşillikler arasında geçirirdik. Bizi en çok karşı yakadaki köylerle ıslıkla anlaşan büyükler şaşırtırlardı. Dönüşte ilçeye yürüyerek inen gençlere katılmak için verdiğimiz mücadele hiçbir zaman başarıyla sonuçlanmadı. Bu yüzden hala içimdedir, bir gün tekrar gidebilirsem mutlaka o enfes manzarayı seyrede seyrede yürüyerek ineceğim köyden.

Çocukluğum Bölüm 1


Şanslı sayıyorum kendimi çocukluğumdan ötürü... Her ne kadar kışları büyük şehirde bir apartman çocuğu olarak geçirsem de, yazları koca kışın intikamını alırcasına olabildiğince özgürdüm Karadeniz' in hoyrat doğasında. Anımsamıyorum ne zaman öğrendim yüzmeyi, iki metrelik dev dalgalarda nasıl yüzerdik, nasıl açılır dönerdik, nasıl eğlenirdik hayatımızı hiçe sayarak. Kahvaltı sonrası evden çıkış, akşam ezanı eve dönüş vaktiydi. Tüm arkadaşlarımız komşu çocuğu, anne babaları tanıdıktı. Sokağımızdan tek tük araba geçerdi. Evimizin önü denize kadar genişçe bir toprak alan, oyun alanımızdı. Deniz kenarında küçük balıkçı tekneleri, hepsi kızaklarla karaya çekilir, güven olmaz çünkü Karadeniz' in sularına. Yazmak istiyorum aklımda kalanları. Çünkü hafızamın derinliklerinde tozlanarak unutulmalarından korkuyorum.



Sadece yazları ve Ankara' dan geldiğimiz için kardeşimle havamız pek yüksek olur, paylaşılamazdık arkadaş oyunlarında. Aldım-verdimlerde ilk tercihtik. Anlat derlerdi Ankara' yı nasıl bir yer, neler var, ne yenir ne içilir? Biraz da abartır, süsler püsler anlatırdık, popüler olmanın keyfini bir güzel çıkartarak.

Hatırımda akrabalarla gittiğimiz piknikler. Nasıl sığardık babamın o küçük teknesine? Belki 20 kişi olurduk. Limandan çıkınca dalgalar başlar, yaşlılar çocuklar korkar, inadına bir türkü tutturulurdu. Ya elimi ya ayağımı suya değdirmeden duramazdım tekne ilerlerken. Denize uçan bir top ya da bir şapkayı almak için daireler çizerdik, bazen denizanaları, bazen balıklar eğlence olur, eşlik ederlerdi yolculuğumuza. Kıyıya yanaşmak, demir atmak ciddi ve tehlikeli bir işti. Pancar motorun sesi kesilince, teknenin tabanı karaya sürtene dek, babam herkesten kayıtsız bir hareketsizlik bekler, babamın “serbest” demesiyle gençler atlar tekneden, çocuklar kucaklanıp indirilir, yaşlılara yardım edilirdi. Bahsetmeme gerek var mı dolmalardan, böreklerden, mangallardan, salıncaklardan? Ve yemekten sonra çay olana kadar babamla çıkılan keşif gezileri... Ağaçları tanır, bitkileri tanır babam ve mutlaka yenilebilecek biraz böğürtlen ya da otla dönerdik bu gezilerden.

15 Şubat 2010

iyi ki doğdun


doğum günün bebeğim.. meleğim, kelebeğim.. 3 yaşını bitiriyorsun, yoksa artık bebeğim değil çocuğum mu demeliyim sana. öyle ya 0-3 yaş bebeklik dönemini tamamlayıp artık bir oyun çocuğu oldun.. bana anneliği öğrettin, ilk göz ağrım, uykusuz gecelerimin en güzel sebebi, mis kokulu, akıllı fıstığım benim.. önce yuvarlanman, oturman, emeklemen sonra yürümen, konuşman, koşman neşelendirdi evimizi şimdi espri kabiliyetin ve sohbetinle renklendiriyorsun hayatımızı.. anneler gününde anne olabilme hayalim seninle gerçek oldu, duyduğum en güzel sesleniş senin dudaklarından dökülen "anneciğim" sözcüğü hala.

15 şubat 2007 de gene böyle yağmurlu bir günde, yaşanılası yerlerden birinde bodrumda, otel odasını andıran hastane odasında karşıladın beni.. yüzün gözün şiş, kirpiksiz, kıpkırmızı suratınla ve şakağındaki minik neşter yarasıyla.. bazen kontrol ederim o izi saçlarını karıştırarak benim kırmızı şiş yüzlü bebeğim olduğuna inandırmak için kendimi.. inanasım da gelmiyor ki nasıl büyüdün, nasıl serpildin bu kadar zamanda..

19 aylıkken abla oldun. sana haksızlık yaptığımı düşünmedim hiç, saltanatının son bulduğunu, ilgisiz kaldığını da.. kardeş sevgisini, paylaşmayı, beklemeyi, kıskanmayı, sabretmeyi, iletişimin farklı boyutlarını, bir şeyler öğretebilmeyi erkenden tanıdığın için aksine hayata duygusal olarak daha donanımlı başladığını düşünüyorum. doğum günün kutlu olsun bir tanem, 3 ler 13 olsun, 13 ler 23 büyü, serpil, es, coş... kıyısından geçme yaşamın, dal içine içine ve mutlu olduğun bir hayatı yaşa bebeğim..

8 Şubat 2010

mimozalar

mimozaları özlüyorum.. her yıl şubat-mart ayında açarlar sarı tozlu baygın kokan çiçeklerini.. orada kaçıncı yılım olduğunu mimozaların kaç kere çiçeklendiğine göre hesaplardım. 2000 temmuzdan 2008 ocak a kadar tam 7 kez görmüşüm bu sarı şöleni.. adını daha önce çokça duymuş olmama karşın, zihnimde eşleştirdiğim bir görüntüsü yoktu mimozaların. ilk kez orada mı gördüm, yoksa ilk orada mı dikkatimi çekti bilmiyorum ama şimdi gözlerimde beliren görüntüsünden öte burnuma gelen o baygın koku var. onlarcası biranda açar, rüzgarda gri-yeşil renkte tül gibi yapraklarını hışırdatarak yazı müjdelerdi. baharın insanları zaten yoldan çıkarmaya meyilli yapan atmosferine bir de bu manzara eklendi mi ne zor olurdu deniz kenarına yürüme isteğime ket vurup, masabaşı görevime dönmeye ikna etmek bedenimi. yüzümü çevirip mavi gökyüzüne, doldururken ciğerlerimi mimozalı bahar havasıyla, rüzgar fısıldardı kulaklarıma "yaşamak ne güzel..."

5 Şubat 2010

nasıl hasta olduk nasıl iyileştik

bu hafta zor günler yaşadık.. gündemimiz gene hastalıklardı. elif in genel durumu iyi olmasına rağmen hem pazartesi hem salı ateşli diyerek kreşten gönderdikleri için doktora götürdük. aslında tespit edilen ateş 38 civarında ama ateşli olmasını gerektiren herhangi bir durumu yoktu ve hatta antibiyotik tedavisinin sonlarındaydı. bu nedenle bir dizi tetkik yapıldı kendisine. kan tahlili, kanda sedim kontrolü, idrar tahlili, boğaz kültürü, röntgen. temiz çıktı sonuçlarımız. ateş eğer 37,5-38 civarıysa endişelenmeyin geçecektir dedi doktorumuz ve neyse ki de geçti gerçekten 2 gündür yok ateşi ama biz tedbiren bu hafta göndermedik kreşe. perşembe hala, cuma teyze bakımındaydı hanımefendi. onlara buradan teşekkürlerimi gönderiyorum. zira izin konusunda müdürle papaz olmak istemezken aynı zamanda kızıma kıyamayıp kreşe gönderemezken, işin duygusal dozunu epeyce yükseltip istifa düşünceleri aklımda dolanırken tam zamanında yetiştiler..

bir de eren boyutu vardı hayatımızın ki beni çok daha fazla üzüp, endişelendiren.. burun akıntısı hafif öksürük hafif ateş şikayetiyle gittiğimizde önerilen tedavi serum fizyolojikti. ama ertesi gün ağırlaştı tablomuz ateş yükselmeye, burun akıntısı, öksürük, iştahsızlık ve huzursuzluk artmaya başladı. tekrar gittiğimizde boğazlarda kızarıklık nedeniyle başladık antibiyotik tedavisine. ateş 3 gün boyunca düşmedi ve 38-39,5 civarındaydı. dolven-calpol dönüşümlü verdik. ateş düşürücü verdikten 1,5 saat sonra düşer gibi yapıp 3 saati tamamlamadan tekrar 39 seviyelerine tırmanıyordu. dayanamayıp tekrar götürdük doktora çünkü hiçbir şey yemiyor ve ateşi çıkınca o kadar huzursuzlanıyordu ki, acı çektiğini hissedebiliyordum. doktor 5 güne kadar ateş yapabilir, iştahsızlık huzursuzluk normal, tedaviye devam dedi. açlık grevinin bugün 5.gününde sanırım tekel işçilerine gizliden destek veriyor. 2,3 çubuk kraker, biraz portakal suyu içince mutlu oluyoruz. ateş ise dün ve bugün yükselme periyotlarını 7-10 saate çıkarmaya başladı. ama uyurken biraz üzerini örtsek, biraz giydirsek hemen çıkış eğiliminde hala. neyse ki eren in bakımı konusunda herhangi bir endişemiz yok. babaannesinde emin ellerde üzerine titrenerek bakılıyor.
bu kış bizim için hastalıklar yönünden çok zorlu geçti. zaten blogun en kalabalık konu başlıklarından birini hastalıklar oluşturuyor. elif in kreşe başlaması, getirdiği mikropları kardeşiyle paylaşması epeyce tetikledi hastalıklarımızı. şimdi dileğim havaların biran önce ısınması ve seneye kışı daha güçlü bağışıklık sistemleriyle karşılamak….

2 Şubat 2010

taşınma


taşınırken anılarımızı da götüreceğiz yanımızda.. eren in evimize ilk gelişini, ilk adımlarını, ilk kahkahalarını, elif in lazımlığını ilk kullanışını, ilk yardımsız üç tekerlekli bisikletini sürüşünü, ilk cümlelerini.. anılar bizim içimizde, mekanlarda-eşyalarda kalan izleri sadece.. bizimle birlikte geliyor ve birikiyorlar. bir süre sonra en önemli gerçeğimiz olacaklar belki.

yıllar geçtikçe eskiler özleniyor. eski dostlar, eski sohbetler, eski zamanlar.. bunu hafızanın çalışma sistemine bağlıyorum. çünkü genelde güzel anılar hatırlanan, acıtanlar unutuluyor, itiliyor hafızanın karanlık dehlizlerine..bu yüzden hep umutla bakışımız geleceğe.. ya tersi olsaydı diye düşünürüm bazen. eğer anneler sezeryan sızısını ilk şiddetiyle hatırlasalardı, ilk günlerdeki emzirme seanslarının zorluğunu, lohusalığın depresif günlerini-gecelerini acaba bu kadar rahatlıkla aynı deneyimleri 2inci 3üncü kez yaşamaya karar verebilirmiydi.

anılarıma baktığımda annelik dürtülerimin hep varolduğunu görüyorum. önceleri oyuncak bebeğimin annesiydim. onu giydirir okula yollar, gezmelere götürür, yemeğini yemezse kızardım. sonra bu beni kesmemiş olacak ki mahallenin çocuklarına dadandım. onları eve getirip uyutur ya da evlerine gider annelerini gözler, ona yardım ederdim. daha sonra ise arkadaşlarım oldu hedefimde.. ne kadar antipatik olduğumun farkında olmadan en bilinen klişeleri dile getirendim. "bu soğukta böyle mi geldin okula" ya da "ya önce yemeğini yeseydin niye açtın gofreti şimdi" veya "bak söz ver ama çalışacaksın finale" gibi.. neyse ki elif le eren geldiler yoksa gözümü eşime dikmiştim..

14 şubat 2008 de geldik bu eve ve tam iki yılı doldurup, taşınmış olacağız. beni en çok üzen ankara kanatlarımın altında hissi veren şehir manzarasından ayrılmak olacak sanırım. evlerin mimarisi aynı olduğundan ne biz ne çocuklar yabancılık çekeceğiz yeni eve. her taşınma bir yenilenme aslında ve bir vesile işe yaramaz eşyalardan kurtulmak için. hem gözü hem bedeni yoruyor eşya kirliliği.. mümkün olduğunca az eşya az iş benim prensibim.

1 Şubat 2010

son günlerimiz

son günlerimiz oldukça hareketli geçti. 2 kere kardan adam yaptık. biri kreşte biri evde olmak üzere.. bunu kreşte yapmışlar karı poşetlerle içeri alarak..

aynı metodla biz de evde yaptık. elif bayıldı...
eren ise korktu ve mesafeyi korudu :) ilk tiyatro deneyimini yaşadı elif... pinokyo ya gittik.. hem de çok sevdiğimiz arkadaşlarımız ayşe ve kızı selen le.. işte o günden bir anı..
ve şubat tatili dolayısıyla bir kardeşler buluşması yaşandı. e tabi kuzenler de buluştu..

gene hastayız

az önce çektim bu fotoğrafı.. aslında fazla bir şey söylemeye gerek yok değil mi.. ikisi de hasta, ikisi de antibiyotik kullanıyor, ateşliler, burunlar tıkalı, geniz akıntısına eşlik eden öksürük var, iştah gitti, uykusuzluk hatsafada, mızmızlığın haddi hesabı yok. elif te kulak ağrısıyla başladı soğuk algınlığına döndü. eren de geri kalmadı hemen açığı kapatarak hızla ablasına yetişti. ben artık müdürden izin isterken çekinmeye başladım. kreş hemşiresinden elif hasta olunca direk müdürü mü aramasını istesem acaba..