30 Aralık 2019

2019' dan Kalanlar

Ne güzeldin 2019, ne çabuk bittin:) 
Bu sene dünya ne kadar hızlı döndü kendi etrafında ve gece ile gündüz ne kadar hızlı yer değiştirdiler. 
Biz de bu hız içerisinde yakalayabildiğimiz mutlu anlarımızı notlarımız arasına eklemek istedik: 
Kuzenlerimiz; yanlarında olmaktan hep mutluluk duyduğumuz, yanlarında hep güvende hissettiğimiz, birbirimizi çok iyi anladığımız, birlikte çok eğlendiğimiz kuzenlerimiz ile bu sene çok zaman geçirdik.
Birlikte büyüdükçe, birbirimize daha çok bağlandık. Güçlü ittifaklar kurduk. Birbirimizi anne-babamıza karşı savunduk. Evin içinde adeta yapışıktık. Ortak ilgi alanlarımız, kendimize özgü esprilerimiz ve ayrı bir dilimiz vardı. Birbirimize her konuda destek olduk, yardım ettik.
Teyzelerimiz hep çok komik, hep çok güzel yemekler yapan, bize hediyeler alan, bizimle gülebilen, bazen yetişkin gibi hissettiren, ufkumuzu açan, bizi şaşırtan ve iyi ki hayatımızda olan teyzelerimizle çok güzel zamanlar geçirdik.
Kalabalık aile buluşmalarında çocuk olmanın tadını hep hatırlayacağız. Kalabalık olmaya ve arada kaynamaya bayılıyoruz çünkü. Çünkü böyle kalabalık ortamlarda yetişkinler başka şeylerin telaşına düşer ve bize de bol bol ekrana bakma süresi kalır:)
Antalya, Adana, Hatay, İskenderun ve Altınoluk bu sene yaptığımız seyahatlerdi. Gelecek sene için daha çok gezi planı yapmaya karar verdik.
Bol bol kitap okuduk, müze gezdik ve çok çok oyun izledik. Fazla spor yapamadık ama uzun yürüyüşleri ve açık alanlarda zaman geçirmeyi her fırsatta tercih ettik.
Yolculukları çok sevdik. Yaptığımız gezilerden keyif aldık. Bir yetişkin kadar dayanıklı, istekli ve heyecanlıydık.
Bu sene Elif 7. sınıf, Eren ise 6.sınıf öğrencisi oldu. Ve Elif 12, Eren ise 11 yaşını bitirdi.
Bu yaz her yıl olduğu kadar çok Altınoluk' ta kalamadık ama yine de denizin, havuzun ve yazın tadını çıkarabildik.
Büyüklerimizle ne mutlu ki bu sene de birlikte güzel zamanlar geçirdik. Dedemizin anılarını dinleyebildiğimiz için, anneannemizin böreklerini yiyebildiğimiz için, her an babaanne, amca ve halamızla birlikte olabildiğimiz için çok şanslıyız.
Aile olduğumuzu, birlikte güçlü olduğumuzu, her koşulda birbirimize bağlı olduğumuzu ve sorunlarımızın çözümünde hep birbirimize destek olacağımızı bu sene biraz daha iyi anladık.
Arkadaşlarımız hayatımızda önemli bir yere sahipti. Birlikte mutlu olduğumuz, bizi önemseyen, hayatımıza değer katan herkese teşekkür ediyoruz♥
Bu yılın Şubat ayında Elif, Sevr Antlaşmasını imzaladı :P
(Çok üzgünüm Eren ama tesadüfen karşıma çıkan bu antlaşmanın tarihin tozlu sayfalarında yok olup gitmesine izin veremezdim:) Ahh kızım, nasıl imzalarsın sen bunu :)
12 yaşını bitirirken Elif ilk akıllı telefonuna kavuştu. Çok istedi, çok bekledi ve sonunda aldı. Bazen bu konuda sorun yaşasak da telefonuyla ilişkisini makul ve kabul edilebilir düzeyde koruyabilmeyi başardı. 
Elif bu sene çok çizdi. Sayfalarca, defterler dolusu... Bunları bizden köşe bucak sakladı, beğenmedi, göstermedi. Bir süre sonra bizden ''Paint Tool Sai'' isimli bir çizim programı ve ''wacom'' marka bir çizim tableti istediğini söyledi. Şimdi bol bol çizmeye devam ediyor:)
Bu yıl kaç gün batımı kaç gün doğumu izledik; kaç kez yağmurda ıslandık, kaç kez sürüklendik rüzgarda; kaç kez umutsuzluğa kapılıp, kaç kez kendimizden geçercesine kahkahalara boğulduk; kaç kez sinirlenip ateş topuna döndük, kaç kez keyiflendik neşe bulduk, kaç kere nefesimiz kesildi heyecandan hesap edemedik. Ama hayatın seyri içerisinde kendimize bulduğumuz yeri çok sevdik. Seneyi bitirdik, ağacımızı süsledik ve 2019' u kar yağışı ile uğurladık. 
2020 ye hazırız :) 
Mutlu seneler...

Not. Anılar kaybolmasın diye başlayıp, bambaşka yönlere evrilen bu blog, benim geçirdiğim değişimin de bir aynası aynı zamanda. Tam on yıl geçmiş üzerinden, hayatımda iyi ki yapmışım dediğim şeylerden...

2018 yılı için tık.
2017 yılı için tık.
2016 yılı için tık.
2015 yılı için tık.
2014 yılı için tık.
2013 yılı için tık.
2012 yılı için tık.
2011 yılı için tık.
2010 yılı için k.

22 Aralık 2019

Toz Olup Yok Olmak

Eğer nereden başlayacağını bilmiyorsan en baştan başla anlatmaya derdi annem, ''senin için en başı neresiyse'', ben de öyle yapacağım;

- Lüksten hiç hoşlanmam Şansel' ciğim. Sonradan görmelerin bu mal mülk, ev bark, kendilerini ispat çabalarını gülünç ve zavallı bulurum. Ben kaliteyi severim. Tüm tercihlerim lüksten uzak ama kaliteye yakındır. Sen de öyle olmalısın... Asalet: duruşundur, bakışındır, elini kaldırışındır, söze başlayışındır; nezaket: insanlara gösterdiğin tavırdadır, kimseyi tepene çıkartmayacaksın lakin küçümsemeyeceksin de... Kibrini içinde yaşayacaksın, dışarıya mütevazi görüneceksin. Dostlarını iyi seçeceksin kızım. Bu dünyada en zor şey insanları tanımak. Öyle apar topar kimseyi almayacaksın hayatına. Acele etme, tanı, yaşa, deneyimle, bekle, sabırlı ol. Bak kızım servetimiz sana da torunlarıma da yeter de artar, unutma. Bunu sana gösteriş yap diye söylemiyorum, güven kendine, kimseye ihtiyacın yok senin. Asalet, nezaket, görgü, servet tek başına anlamsızdır bilesin. Bilgi ile harmanlayacaksın, bilgi ile yani eğitim ile. Eğitim olmazsa bu saydıklarımın hepsi  havada asılı durur, ilk rüzgar esişinde balon gibi uçar gider. Eğitimin yanında sanata, edebiyata kayıtsız olmayacaksın asla. Genel kültür dediğin şey kızım, senin toplumdaki statünü belirler. Herkesin genel kültürü var mühim olan bunun içeriği...
Tüm çocukluğum ve gençliğim boyunca dinlediğim ve artık ezberlediğim bu cümlelerin, bir süre sonra sürekli kendini tekrar eden bir iç sese dönüştüğünü söyleyebilirim. Size biraz kendimden bahsedeyim, oldukça iyi bir kolej eğitiminden sonra ülkenin en prestijli üniversitesinde tıp eğitimi aldım. Hemen sonrasında (Benim kızım öyle gece yarılarına kadar nöbetlerde mesailerde olmamalı. Cerrah olup gecesini gündüzüne katmamalı. Açarız sana bir klinik, botoks, dolgu, mezoterapi derken keyifle yaparsın mesleğini. Aklını kullanacaksın, Cildiye Uzmanı olacaksın Şansel) hiç beklemeden dermatoloji eğitimimi tamamladım. Tüm bunları yaparken duruşuma, bakışıma, ölçülü tevazuma dikkat etmekten dışarıda akıp giden hayatta ne olup bitiyor hiç anlayamadım. Kendimi bildim bileli özen gösteriyorum ben tavrıma edama dikkatinizi çekerim, kolay değildir yani bu durum. Üç yaşında su içerken serçe parmağımı kaldırıyordu annem. Arkadaşlarımın arasında dedektif gibi gezdim hep. Kimi alsam hayatıma, acele mi ediyorum yoksa diye düşünmekten tek bir kalıcı dostluğum olamadı. Kendimi bırakamadım hiç, sürekli mürebbiye gibi kendi kendimin başında durdum. Ne işin var orada Şansel, yakışır mı sana Şansel, aman belli etme istekliliğini Şansel, dur Şansel, dön Şansel diye diye aslında kim olduğumu, ne istediğimi hiç sorgulamadım. Zorlu eğitim hayatım boyunca sıktım dişimi, bilgimi görgümü artırırken, sanatı, edebiyatı da ihmal etmedim. Depresyona girecek zamanım olsa hemen girecektim, ama zamanım olmadı. Annem planladı, Mürebbiye Şansel uygulattı, ben yaptım ve üçümüz annemin tüm projelerini gerçekleştirdik beraberce. Sonra bir şeyler yolunda gitmedi ve yavaş yavaş sorunlar başladı.
Kliniğin, nerede olması gerektiği, dekorasyonu, personeli, tüm yasal süreçleri ve diğer her şeyi içeren prosedürler zinciri annemin yeni projesiydi. Ben ise ikincil proje... Düşüncelerime o ana kadar hiç olmadığı gibi yine ihtiyacı yoktu. Annem herkese sorgulanamaz talimatlarını yağdırırken, o uğraş içerisinde ilk kez beni biraz unutmuş gibiydi.
Bir akşamüstü serinliğinde, penceremden sonbaharın sürüklediği yaprakları izliyordum. Annem telefonda iç mimar ile hararetli bir tartışma içerisindeydi. Annemi düşündüm, tüm çocukluğumun her dediğini yaptıran, çığırtkan telaşlı martısını... Ve ne zaman ona balık vermeye kalksam beni yutmaya çalışmasını. Yaprakların rüzgarda öylece sürüklenmesini, düşünmeden annemin talimatları doğrultusunda sürdürdüğüm yaşantıma benzettim. Hevesim yoktu, hedefim yoktu, sadece yapmam ve yapmamam gerekenler listesi vardı. 25 yaşındaydım, ne güvenebileceğim bir dostum ne de arayıp vakit geçirebileceğim bir arkadaşım vardı. İçimde öfkenin önce sızladığını hissettim, sonra o sızının yakıcı bir maddeye dönüşüp, damarlarımda yavaş yavaş ilerlediğini... Ve göğsüme ulaştığında o sızının bin tonluk bir kütleye dönüşüp, beni nefessiz bıraktığını. Bir panik ataktı bu, nefes alamıyordum. Boğuluyordum. Can havliyle ve bilinçsizce elimi çekmeceye uzatıp kırmızı reçeteli ilk ilacımı içtim. Yaklaşık yirmi dakika sonra o kütle yavaş yavaş göğsümün üzerinden kalkarken, ruhumdaki bulutların da yavaş yavaş dağıldığını ve daha mavi daha beyaz bir gökyüzünün belirdiğini fark ettim. Ve zihnimde yanıp sönen bir yazı gördüm: bu hala benim hikayemdi, ister kapkaranlık fırtınalı denizlere yol alır, istersem sütliman bir koyda beklerdim, belki dümeni anneme verir ya da bilinmezlere sürerdim, ister bu gemiyi açık denizlerde batırır ya da bir tersaneye çekerdim, her ne istersem yapabilirdim, hala baş rol bendim...
Sonraki günlerde bir kaşifin doymaz merakı ve bir düşünürün derin görüş perspektifi ile kendimi aradım. Yorgun ruhumu yokladım, tanımaya, anlamaya çalıştım. Onca yılı, kendimle arama nasıl pervasızca sokabilmiştim. Şimdi kendimi ulaşılmaz sisli bir dağın ardında belli belirsiz bir siluet olarak görüyordum. Upuzun gecelerde uykumu, karanlık sokaklarda yolumu, koskoca evrende kendimi kaybetmiştim. Yürüdüğüm her yol, baktığım her yön, zihnimdeki her fikir anneme çıkıyordu. Bir çıkmaz sokaktı benliğim, bir hapishaneydi, onunla kuşatılmıştım. Kendimle aramda yıkılmaz bir duvardı varlığı. Her geçen yıl biraz daha kalınlaşan, beni giderek kendimden uzaklaştıran güçlü bir duvar. Bu duvarı ne pahasına olursa olsun yıkmaya karar verdim. Sonuçlarına hazırdım, enkazın altında kalacak olsam da...
Zaman hızlı ilerliyor, uyumadan önce benzodiazepin içerikli bir şey almamışsam uyumam mümkün olmuyordu. Dış görünüşüm, temizlik, sağlık gibi kavramlar benim için tamamen önemini yitirmiş, hayatımın amacının annemi, dolasıyla bu projeyi mahvetmek olduğuna inanmaya başlamıştım. Kendimi bulabilmek için bunu yapmak zorundaydım. Sonrasında Simurg olup, yeniden doğardım belki ama şu an ilgilendiğim daha çok ilk aşamaydı. Annemin durumu fark etmesi uzun sürmedi. Aramızda yüksek gerilimli güç savaşları da böylece başlamış oldu. Önce 'kendine gel Şansel, sen ne yaptığını sanıyorsun, her şeyi mahvedeceksin, iyice kontrolünü kaybettin artık' içerikli bir ikaz ateşine maruz kaldım. Bu keyfimi iyice yerine getirmişti. İki haftadır banyo yapmıyordum ve saçlarımın rastalı gibi olan hali hoşuma gidiyordu. Dışarıda harika arkadaşlar edinmiştim ve edinmeye devam ediyordum. Gerçi çoğunu ertesi gün hatırlamıyordum ama birlikte çok eğleniyorduk. Akşama doğru evden çıkıyor ve sabaha karşı geliyordum. İlk ciddi madde kullanımını bu gecelerden birinde annemin kredi kartıma bloke koyduğunu öğrendiğimde yaptım. Annem artık silahını üzerime doğrultmuştu tabi ki ben de öyle. İkimizin hedefinde de ben vardım. O gün ve izleyen günlerde eve gitmedim.
Beni bulduklarında terk edilmiş izbe bir inşaatta şimdi çok bahsetmek istemeyeceğim kadar kötü bir durumdaymışım. Annem büyük bir gizlilik içerisinde en güvendiği dostlarını devreye sokarak duruma el koydu. Şu an bu hayati projesinin başında, çok gergin ve biraz da bana karşı anlayışlı görünmeye çalışıyor. Yine ne yapacağımı anlatmaya başladı: 'Olur böyle kayıp dönemler herkesin hayatında Şanselciğim. Sen bir hata yaptın, hatalar biz insanlar içindir. Mühim olan gerekli dersleri çıkarıp, bundan sonrası için hayatımıza doğru bir şekilde yön verebilmekte. Asaletimizi ve nezaketimizi her koşulda koruyacağız, kimseye malzeme vermeyeceğiz. Hele ki akbabalar gibi haber peşinde koşan gazetecilere hiç. Biz bu ülkenin ileri gelenleriyiz, bizde öyle kayıp giden çocuk olmaz. Bu sorunu çözeceğiz. Yaşadın gördün nasıl hayatlar var, sen şanslısın ki ben varım. Ne gerekirse yapacağım, kliniğin de hazır seni bekliyor. Öyle güzel oldu ki, nasıl beğeneceksin, sabırsızlanıyorum görebilmen için. Aklını başına topla kızım, kendini ziyan etme. Ben zaten hep yanındayım, ben varken, sakın korkma.''

- Ama ben var oldukça sana rahat yok anne. Bir an önce kurtulmalıyım bu hapishaneden. Annemin kayıp dediği hayatıma devam edebilmek için kurtulmalıyım. Asaletten de nezaketten de nefret ediyorum. 'Rezalet ve sefalet' ise tam bana göre. Artık çok güçlü bir hedefim var, annemin projesini yani kendimi yok etmek. Zaten hiç var olmadım ki... Parçalarıma ayrılana dek savrulmak istiyorum. Beni bulamasınlar, annem beni bulamasın. Toz olup, kaybolmak, buhar olup, yok olmak istiyorum...

Not. Öykü kurgusaldır.
Görseller Gabriel Pacheco e aittir.

16 Aralık 2019

Uçmak “HEZARFEN AHMED ÇELEBİ”

UÇMAK “HEZARFEN AHMED ÇELEBİ” - İSTANBUL DT
Büyük Oyunu - 2 Perde - 2 Saat 25 Dakika
Yazan Ömer F. Oyal
Rejisör Hakan Çimenser
OYUNCULAR:  Ahmed Çelebi: Tolga Evren  - Lagâri Hasan Çelebi: Emir Çiçek - Evliya Çelebi: Fikret Urucu - Yusuf Ağa / Dizdar: Orhan Kurtuldu - Ayşe Hanım: Ebru Unurtan Urağ  - Süleyman Efendi: Erdoğan Aydemir  - Gülfiraz: Zuhal Acar - Mustafa: Efe Erkekli, Onur Ulutaş - İbrahim: Bilal Ercan - Avcı: Eray Cezayirlioğlu  - Evliya Çelebi’nin Yazıcısı: Kubilay Ünal - Çocuk Ahmed: Ömer Faruk Çalışkan - 1. Çocuk Ege Demirci - 2. Çocuk Burak Batın Çelik
Halk, Ciğerci, Kahveci:  Abdurrahman Merallı, Erdem Bilgi, Hakan Sivlim,Muhammed Yıldız, Umut Akbıyık, Onur Ulutaş, Ahmet Kurt - Semazen: Abdurrahman Merallı - Şenlik Ekibi:  Abdurrahman Merallı, Ahmet Kurt, Başak Ova, Başak Rana Baysal, Canan Demirli, Erdem Bilgi, Hakan Sivlim,İrem Dilaver Ayturan, Kubilay Ünal, Muhammed Yıldız, Onur Ulutaş, Osman Eren, Özlem Karataş, Umut Akbıyık
OYUNUN KONUSU: 17. Yüzyıl İstanbul'unda gönlüne aklına uçmak fikrini sabitlemiş bir bin ilimli Ahmed Çelebi. Nişapur Camii'nden havanın o tatlı, insanı çeken boşluğuna kollarında kapı kanatlarıyla kendini bırakan Cevheri'nin izinden giderek kuşların uçuşlarını inceleyen ve insanların bir türlü anlayamadığı bir garip insan. Ne karısı, ne cariyesi bu isteğine anlam vermekte ne de etrafındaki diğer insanlar. Bir iz bırakma gayesi peşinde rakibi Lagari Hasan Çelebi'yle bir kavgalı bir fikir teatisinde Hezarfen. Varsa yoksa uçmak; havada süzülmenin kendine çeken duygusuna, düşüşün âlemlere sığmayan korkusu ve zevkine ulaşmak için tüm benliğini ortaya koymuş bir adam. Sultan IV. Murad'ın bu gayesinden haberi olmasıyla artık ciddiyete binen uçma sevdası, Hezarfen Ahmed Çelebi'nin hayat ve ölüm arasında gidiş gelişlerine dönüşür. Ya uçuş mümkün olacaktır ya da güneş o olmadan doğacaktır İstanbul'un üstüne...
İstanbul Devlet Tiyatrosunun yeni sezon oyununu, Ankara turnesinde 'Yerli Oyunlar Haftası' kapsamında Cüneyt Gökçer Sahnesi' nde izleme şansı buldum. Şu ana kadar izlediğim tüm oyunlar içerisinde oldukça üst sıralara yerleştirebileceğim, unutulmayacak bir yapımdı. Umarım tekrar izleyebilme fırsatı bulurum.
Perdenin açılışı tam bir görsel şölendi. Kendinizi bir panayırın, bir sirkin ortasında gibi hissediyorsunuz. Işıklar, sesler, kostümler, hokkabazlar, pehlivanlar, cambazlar, ateş çevirenler, tahtabacaklar ile nerede olduğunuzu unutuyorsunuz. Hareketli ve dönemin ezgilerini içeren müziğe şu ana dek hiç görmediğim ve çok beğendiğim bir ışık yönetimi eşlik ediyor. Işık ve görsel efektlere özellikle değinmek istiyorum. Çünkü sahneye yansıtılan görüntüler çok başarılı ve olay örüntüsü içerisinde çok yerli yerindeydi. Ahmet Çelebi' nin gördüğü rüya sahneleri sis eşliğinde çok güzel anlatılmıştı.
Sahnenin tam ortasına Galata Kulesi, daire şeklinde döner bir platformun üzerine yerleştirilmişti. Kulenin üzerine ışıkla yansıtılan tuğlaların sahne değişimlerinde uçarak yok olması, kulenin iki yanına yine ışıkla yansıtılan kanatlar hoştu. Arka planda ise değişen bazen deniz bazen şehir manzarasına bürünen görüntüler vardı. Sol taraf Ahmet Çelebi' nin evi, çalışma alanı olarak konumlanmış, sağ taraf ise kahvehane olarak düşünülmüştü. Dekor ve sahne kullanımını çok beğendiğimi belirtmeliyim.
Oyunun metni Ömer F. Oyal tarafından yazılmış ve Evliya Çelebi' nin Seyahatname' sine dayanıyor. Buna göre, Hezârfen Ahmed Çelebi 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi' nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakmış ve uçarak İstanbul Boğazı' nı geçip 3558 metre ötede Üsküdar' da Doğancılar' a inmiş. Eserde, tüm bu sürecin öncesinde yaşadıkları, bu haberin dönemin padişahı Sultan 4.Murad' ın kulağına kadar gitmesi, çevresindeki hiç kimsenin ona inanmayışı, tüm olumuz koşullara rağmen tutkusunun peşinden giderek, amacına ulaşması konu ediliyor. Atlama zamanı belirginleştiğinde; Ahmet Çelebi' nin zevcesi ve cariyesi de dahil olmak üzere tüm herkesin onun ölüme atladığına neredeyse emin olması, sadece kendisinin atlamayıp uçacağını bir çok kez ifade etmesi, çok başarılı bir şekilde anlatılmış diye düşünüyorum.

Oyunculuk anlamında Ahmet Çelebi performansı ile Tolga Evren olağanüstüydü. Uçma tutkusunu ve gözlerindeki kıvılcımı görebildik. Bir kez uçtu ama o anı hayallerinde bize defalarca kez yaşattı. Oyunun sonunda, ip üzerinde yürüme sahnesi unutulmazdı. Hezarfen' ı oynamadı adeta Hezarfen oldu. Lagari' ye hayat veren Emir Çiçek ve Evliya Çelebi' yi canlandıran Fikret Urucu başta olmak üzere oyunculuk performanslarının çoğu başarılıydı. Gülfiraz rolü ile Zuhal Acar' ı donuk bulduğumu ondan herhangi bir duygu geçişi alamadığımı söyleyebilirim sadece.

Hakan Çimenser, reji koltuğunun hakkını vermiş kesinlikle seyir zevki veren harika bir iş çıkmış ortaya. Bu büyük prodüksiyonda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Uzun zaman sonra böyle harika şeyler de yapılabiliyormuş dedirten bir oyun izledim.
Ek bilgi olarak oyuna, THY' nın sponsor olduğunu okudum bir yerlerde...

Bir ek bilgi daha; 17. yüzyılda yaşayan Ahmed Çelebi' nin "Hezârfen" diye anıldığı bilinir. Hezâr, Farsça kökenli bir sözcük olup 1000 anlamına gelir. Hezârfen ise "bin fenli" (bilimli) yani "çok şey bilen" anlamına gelirmiş.

Seyahatname' den :
"İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: 'Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil,' diye Gâzir'e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu."

13 Aralık 2019

Amak-ı Hayal

AMAK-I HAYAL - DİYARBAKIR DT
Büyük Oyunu
1 Perde - 1 saat
Yazan: Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi
Eski Türkçeden Çeviren: Dursun Gürlek
Oyunlaştıran: Ahmet Açıkgöz
Yöneten: İpek Atagün Gezener
OYUNCULAR: Aynalı Hürmüz/ Buda Ömer Eryiğit - Raci/Hikmet Kerem Corogil - Peri/ Şeytan/ Cadı Melis Ayın - Ehrimen Şamil Kankul - Nifak Mazlum Sümer - Genç/ Muhabbet Yasemin Arpa - Gazap Erkan Aytemur - Aşk Caner Taş - Nefs-i Emmare Hatip Baran - Felsefeciler Tantan/ Tontonlar Alimler Dervişler/ Kravatlılar Hasan Ergün, Eylül Aldanmaz, Furkan Dikici, Caner Taş, Erkan Aytemur, Şamil Kankul, Yasemin Arpa, Melis Ayın, Rojda Çevik, Mazlum Sümer, Hatip Baran - Ses Ömer Eryiğit Erkan Aytemur
OYUNUN KONUSU: Raci aklının içi sorularla dolu bir genç.. İran’dan Satürn’e, Çin’den Jüpiter’e, İstanbul’dan Güneşe kadar uzanan macerası, sorgulayıcı huyu sayesinde eğlendirici ve düşündürücü bir yolculuğa dönüşüyor.

Öncelikle Amak-ı Hayal ne demekmiş merak ettim ve 'Derin Hayaller' ya da 'Hayalin Derinliklerinde' gibi çevirilerle karşılaştım. Oyunun yazarı; Materyalizme karşı tinselciliği savunarak gelenekteki kelami düşünceden, felsefeye geçişi temsil eden II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı felsefecisi Filibeli Ahmet Hilmi, 1865’de Filibe’de doğmuş, 1914’de İstanbul’da ölmüş. Amak-ı Hayal' i ise 1910 yılında yazmış.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosunun Ankara turnesinde 'Yerli Oyunlar Haftası' kapsamında Akün Sahnesi' nde izleme şansı bulduğum bir eser oldu. Eserin konusu şöyle; iyi yetiştirilmiş ve inançlı, üniversite öğrencisi bir genç olan Raci; maddi ve manevi ilimleri öğrenir, ardından pek çok kitap okur. Fakat öğrendiği bilgi yığını arasında kendini huzursuz ve şüphe içinde hissetmeye başlar. Derken bir gün, şehrin mezarlığında yaşayan Aynalı Baba ile karşılaşır… Ve onun rehberliğinde dokuz gün boyunca hayalin derinliklerine dalar. 
Mistik, soyut, felsefi, metafizik, tasavvufi bir deneysel oyun... Deneysel çünkü izleyicinin nasıl bir tepki vereceğini bilmiyorsunuz, belki bir risk ama alınması gereken bir risk. Felsefeden, farklı deneyimlerden keyif almayanlar için uzak durulması gereken bir oyun olduğunu düşünsem de bu çalışmalar da yapılmalı, devlet tiyatrolarına alternatif açılımlar getirilmeli diye düşünüyorum. Daha önce Terörist' i izlediğimde benzer duygular bırakmıştı bende. 
Oyunda Raci' nin okuduklarından, öğrendiklerinden tatmin olmayıp büyük bir akıl karışıklığı yaşadığına ve Aynalı Baba rehberliğinde çıktığı iç yolculuğa ortak oluyoruz. Her manevi arınmada olduğu gibi onun karşısına da karşı koymanın çok güç olduğu nefsi ve arzuları çıkıyor. Ve her beşer gibi isteklerine yeniliyor, ikinci şanslar istiyor.
Metin hakkında hiçbir fikri olmayanlar için bütünlüğü yakalamak biraz zor olsa da doğrudan izleyici koltuğuna oturanlar için de anlam bulabilecek bir yapım. Modern dans ile, bağımsız cümlelerin güzel harmanlandığı, görsel olarak etkileyici denenmesi gereken bir lezzet çıkmış ortaya.
Aynalı Baba performansı ile Ömer Eryiğit, Raci performansı ile Kerem Corogil oyunun lokomotifi konumundaydı. Her ikisini de oldukça beğendiğimi, özellikle Ömer Eryiğit' i ses tonu, tonlaması ve dinginliği ile çok sevdiğimi söyleyebilirim. Rejide İpek Atagün Gezener de bir alkışı hak ediyor kesinlikle.

Oyun alışageldiğimiz devlet tiyatroları standartlarının biraz dışına davet ediyor bizi. Tiyatroseverlerin Ankara' da kaçırdılarsa da bu yönüyle akılda tutmaları gereken bir temsil olduğunu düşünüyorum...
Var mıyım, yok muyum, gerçek miyim yoksa bir düş müyüm ? 'Gerçeği bulmak için yürümeye devam etmek gerek' ve bu noktada tiyatro hayatın gerçeği, gerçekliğin kendisidir... 
İyi ki tiyatro var :)

Not: Eğer ilginizi çektiyse ve vaktiniz varsa : https://www.youtube.com/watch?v=L0LxnjQnCDE

23 Kasım 2019

Vatan Yahut Namık Kemal

Büyük Oyunu -ADT
1 Perde - 40 dk
Yazan Ergun Sav
Rejisör Faruk Günuğur
OYUNCULAR:
Anlatıcı Namık Kemal Faruk Günuğur
İslam Bey Hasan Çağrı İlikoğlu
Zekiye Eylül Çakıroğlu
Kafko İsmet Tamer
Ud Taksimi Kerim Kocaman
OYUNUN KONUSU:
Büyük vatan şairi Namık Kemal'in kişiliğini, vatan ve hürriyet aşkını ve de tiyatro anlayışını anlatan bir oyun.
21.12.1840 yılında Tekirdağ'da doğdu. 02.12.1888'de Sakız Adası' nda öldü.
Namık Kemal Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Genç Osmanlı hareketi mensubu, gazeteci, devlet adamı, ünlü yazar ve şairdir. Özellikle "İntibah" isimli romanı ve "Vatan, Yahut Silistre" isimli tiyatro oyunu ile tanınır. Asıl adı Mehmed Kemal'dir.
Türk Edebiyatında öncü niteliği bulunan şair ve tiyatro yazarıdır. "Vatan şairi" olarak da anılır.Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey'dir. Annesini küçük yaşında yitirince çocukluğunu dedesi Abdüllâtif Paşa'nın yanında, Rumeli ve Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçirdi.
1863'te Babıali Tercüme Odası'na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu.1865'te kurulan ve daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın sonucu 1867'de kapatıldı.Namık Kemal, İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Erzurum'a vali muavini olarak atandı.
Bu göreve gitmeyi çeşitli engeller çıkarıp erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine Ziya Paşa'yla birlikte Paris'e kaçtı. Bir süre sonra Londra'ya geçerek M. Fazıl Paşa'nın parasal desteğiyle Ali Suavi'nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. Ama Ali Suavi'yle anlaşamaması üzerine Muhbir'den ayrıldı. 1868'de gene M. Fazıl Paşa'nın desteğiyle Hürriyet adı altında başka bir gazete çıkardı.
Çeşitli anlaşmazlıklar sonucu, Avrupa'da desteksiz kalınca, 1870'te zaptiye nazırı Hüsnü Paşa'nın çağrısı üzerine İstanbul'a döndü.Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872'de İbret gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete hükümetçe dört ay süreyle kapatıldı. Namık Kemal gene İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistire oyunu, 1873'te Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahnelendiğinde halkı coşturup olaylara neden oldu. Bu haberi İbret gazetesinin yazması üzerine o sırada İstanbul'a dönmüş olan Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa'ya sürgüne gönderildi.
1876'da I. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi'yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca II. Abdülhamid'in Meclis-i Mebusan'ı kapatması üzerine tutuklandı. Beş ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Midilli Adası'na sürüldü. 1879'da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884'te Rodos, 1887'de Sakız Adası'na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu'da Bolayır' da gömüldü.
                                      
Vatan Yahut Namık Kemal, tiyatro oyunundan çok anlatı türünde bir gösteri. Oda tiyatrosunda sahneleniyor ve  Oda tiyatrosunun samimi atmosferini ben çok seviyorum. 

Anlatının hem rejisinde hem anlatıcı olarak aynı deneyimli ismi görüyoruz: Faruk Günuğur. Faruk Günuğur' u pek çok televizyon dizisinden anımsayabilirsiniz. Sahnede duruşu, sesini kullanışı, tonlaması, mimik ve hareketleri ile izleyiciye kendini ilk dakikalardan itibaren kabul ettirdiğini ve ağırlığını hissettirdiğini düşünüyorum.
Metinde Namık Kemal' in hayatına ve eserlerine yer veriliyor. Ve tabii şiirlerinden, eserlerinden bazı bölümler seslendiriliyor. Ancak bu durum metnin eski Türkçe ağırlıklı olmasına sebep oluyor. Benim bile zaman zaman anlamakta zorlandığımı düşünürsek, 40 dakika gibi kısa bir süre olmasına rağmen çocuk izleyiciler için ağır bir metin olduğunu ve sıkılabileceklerini söyleyebilirim.
Temsildeki canlandırmalar yerli yerinde kullanılmıştı. İzlemeyi kolaylaştıran, akıcılığı artıran, başarılı ve tamamlayıcı unsurlardı. Canlandırmaları yapan oyuncuların performansları da iyiydi. 

Son olarak, sade dekor ve ışık kullanımını da beğendiğimi söyleyebilirim. Çok büyük beklentilere girmeden, izlenebilir bir gösteri olmuş. Anlatının Namık Kemal' e yakın hisseden, hissetmeyen herkese bir şeyler katabileceğini düşünüyorum.

48 yaşındaki genç ölümünden kısa süre önce yazdığı dizeler ile yazımızı noktalayalım:
“Ölürsem görmeden millete ümid ettiğim feyzi;
Yazılsın seng-i kabrimde;
Vatan mahzun, ben mahzun.”

9 Kasım 2019

Sıdıka Hanım' ın Mezarı

Mağduriyeti hiç sevmezdi. Aslında sevmediği mağduriyetin edebi kısmıydı. Fakir edebiyatı evladım, derdi, hiç bana göre değil. Bu sebeple ne siyatiğinden bahsederdi sağlığını soranlara ne de son günlerde artık kendisini bile endişelendirmeye başlayan unutkanlığından. Apartman günlerine katılırdı katılmasına ama insanlar başladı mı anlatmaya hayatlarındaki en olumsuz şeyleri hem de bire bin katarak, bir gülme tutardı Sıdıka Hanım' ı engel olunamaz. Hele ki bir seferinde komşular ''A canım sen de aldın mı?' diye sorduklarında hiç de takip etmediği sohbete hazırlıksız yakalanmış, alınacak şeyin mezar yeri olduğunu anladığında ise önce bir şaşalamıştı. Komşuların her biri aldıkları mezar yerlerinin ah ne de güzel, ne de ferah, temiz havalı, manzaralı, saygıdeğer eşlerinin yanı başında olduğunu gayet de ciddi anlattıklarını görünce, tutmuştu yine bir gülme Sıdıka Hanım' ı, hem de komşuların o kınayan nazarlarının altında. Neyse yaşına hürmeten çok üstüne gelmeden kapandı da mevzu, aldı Sıdıka Hanımı düşündükçe bunaltan bir mezar yeri sorunu... Abdullah Bey vefat edeli olmuştu bir on yıl kadar ama ne onun ne de kendine bile hayrı olmayan oğlunun aklına gelmişti ileriyi düşünerek çift mezar yeri satın alınması.

Dert etti kendine, ya ortada kalıverirse, kim kaldırıverecek cenazesini... Adetiydi sabah fırına gider, ekmeğini, gazetesini alır gelirdi. Karşılaştığı eş dost ile selamı sabahı görev bilirdi. Ama yolda aklında hep aynı düşünce aynı kaygı ''bir mezar yerim olsaydı, ne vardı.'' Kimseye yol yordam sormaz, kendini ele güne güldürmezdi. Büyüttükçe büyüttü, gururundan kimseye de açılamadı. Ama aklından bu düşünceyi hiç çıkaramadı. Bu yaşta otobüsü durağı gözüne kestiremedi, attı kendini bir taksiyle, doğru şehir kabristanlığına. Mezarlıklar Müdürlüğüne dedi ki: ''Bir yakınıma almayı istiyorum güzel bir mezar yeri.'' Kıydı paraya, çevirdi kendine bir parsel dört kişilik aile mezarlığını. ''Kefen parası, kefen parası, elin ayağın tutuyorken her işini yapmalı, tırnağın varsa başını kaşı'' diyerekten... Mühim işti doğrusu, ileride dua edecekti o hayırsız evladı Sıdıka Hanım' a. Aldı tapuyu gururla, koydu cebine muzaffer bir edayla. Hele bir görelim bakalım, neresiymiş, ferah mı, çorak mı, varsa otu dikeni bir çocuk bulayım da yoldurayım ötesini berisini, yürüdü gitti T 21 Ada' nın 3500. parseline...

İşte orada görüverdi, Ramazan Bey' i... Giyimi kuşamı, pek özenli, duruşu, tavrı oraların hakimi, yol yordam bilen orta yaşlı bir beyefendi. Yaklaştı yanına ''Bu mezar yerini kendime alıverdim. Ne gerekiyorsa yapılsın ben vefat etmeden. Çevirelim dört mezarın etrafını, hazır olsun ebedi istirahat yerim gözlerim görüyorken.'' Ramazan Bey, döndü düşündü... İlk kez karşılaştığı bu talep karşısında biraz şaşırsa da, elini uzattı Sıdıka Hanım' a, ''yapacağız el birliğiyle size içinize sinen bir mezar yeri, merak buyurmayınız lütfen...'' Katologtan mermer seçimi, model seçimi, yazı seçimi, yazı tipi, parası, pulu için anlaştılar ofiste buluşmaya, bir hafta sonrasına..

İçi pır pır heyecanlı, sanırsınız ölüm gününe değil de düğün gününe bu telaşı. Bir de ketum ki alıp başını gidiyor sık sık, soranlara da ''eski bir ahbabımı ziyarete gittim'' den başka yok lafı. Konu komşu hem meraklı hem endişeli, bir türlü bir kılıf bulamıyorlar Sıdıka Hanım' ın son günlerdeki heyecanına, keyfine.. Sıdıka Hanım hop bankada, hop mezarlıkta, hop mezarcı dükkanında Ramazan Bey' in yanında. ''Soyunduk bu işe madem Ramazan Bey evladım, en iyisinden olsun mermeri.'' Ramazan Bey dayanamıyor günün birinde soruyor, ''efendim sizden başka üç kişi daha olacak ya kabristanda, kimleri düşündünüz acaba?''
Kimleri düşündü acaba, tek bir oğlundan öte kimseciği yok. Hoş oğlu da üç senedir hiç ortada yok. Ayda bir kere ararsa arar, hayırsızın biri. ''Ramazan Bey oğlum, sen yabancı değilsin, durum böyleyken böyle, bir oğlum var, var da, tam da var diyemiyorum işte.'' Ramazan Bey, farkında Sıdıka Hanım' ın hayatının gayesi, neşesi, manası bu mezar yeri, e paraya da meraklı kendisi, diyor; ''Bir düşüncem var Sıdıka Hanım Teyzeciğim, eğer haddini aştın demezseniz naçizane ileteyim.'' Sıdıka Hanım' ı alıyor bir heyecan, acaba ne fikir gelecek Ramazan' dan. ''Efendim, madem oğlunuzun akıbeti meçhul, aklınızda hali hazırda kimse de yok, diyorum ki ben, size layıkıyla şöyle, dört başı mamur bir anıt mezar mı yapsak, parselleri birleştirip, gönlümüzce? Gelip geçen de desin, kim bu muhterem, mühim kimse.'' Gözleri parlıyor Sıdıka Hanımın, e boşuna mı tekaütü PTT Müdürlüğünden, kaç yıllık emek, onca çaba, bir hayırsız evlat bir de koca... Hakkı yok mu şöyle geleni geçeni imrendirecek bir ebedi istirahathaneye? ''Yalnız, yeni projedir, şudur budur biraz maliyeti olur size...'' Yine de ağırlığından ödün vermiyor Sıdıka Hanım, düşüneyim diyor, evladım. Siz maliyetleri hesap edin, yarına geleyim ofise bir bakalım... 

Bir heyecan bir heyecan Sıdıka Hanım, sabahı sabah ediyor, gazete, ekmek, kahvaltı, banka, taksi hooop Ramazan Bey' in ofisinde alıyor soluğu. Başlıyor hummalı bir çalışma: Projeler, çizimler, çok yetenekli mimar arkadaşlar, kabartması, fotoğrafı, büstü, granit kalınlığı, gelenlere oturma yeri, osu, busu derken Sıdıka Hanım hiçbir özellikten taviz vermek de istemiyor, hep en iyisi en iyisi... Elinde avucunda ne var ne yok Ramazan' ın kasasına; Ramazan' ın kasa dolmuyor, Sıdıka' nın kese boşalıyor. Ve bankanın krediler memuresine emekli maaşını bağlayıp, yüklüce bir kredinin altına imzasını atıyor. 
Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor. Sıdıka Hanım' ın unutkanlığı arttıkça, anıt mezarın eksiği azalıyor. Sonrası mı? Sonrasını ne siz sorun ne ben söyleyeyim:

Sıdıka Hanım bir gün, araba altında kalan bir sokak kedisine cenaze töreni yaparken görülüyor, bir başka gün Ramazan Bey' e ''ne parası ne mezarı evladım'' diye sorduğu iddia ediliyor, yine bir seferinde komşularından birine ''o kadar sindi ki içime hemen ölesim geliyor'' demiş, bazı gün ışığı sabaha kadar açık, bazı gün evinin yolunu şaşırıyor, polis nezaretinde giriyor eve. Bazen bir hafta ortadan kayboluyor, bazen apartman görevlisine çıkışıyor, sen kim oluyorsun diye, bir gün de bahçede oynayan mahalle çocuklarına mevzuu ölmek ise bunu da en layıkıyla ben yaparım çocuklar diye nutuk atıyormuş. Komşular ne yapsak, nasıl yapsak, oğluna mı haber versek, huzurevine mi yatırsak diye düşünürken, en nihayetinde naçiz vücudu soğuk bir kış günü, anıt mezarının ziyaretçi oturağında, cansız bulunuyor. Kimdir, nedir demeden, hemen Ramazan Bey koşup geliyor; onca ekmeğini yemiş, hatırlı saygıdeğer merhumeye sahip çıkıyor. Öyle de bir günde vefat etti ki rahmetli diyor, dün son rötuşlerini de tamamlamıştık mezarın. En son eksik kalan mezar taşına yazılacak manzumeye cüret gösterip kendisi karar veriyor:

''Dünyada en güçlü insan, en yalnız duranmış. 
Mağdur ve komik olmaktansa, mağrur ama trajik bir hikayenin kahramanı olmayı seçen çok değerli Sıdıka Hanım, ebedi istirahathanende huzurla uyu...''

Not: İllüstrasyonlar Zdzislaw Beksinski' ye aittir.
Hikaye kurgusaldır.

3 Kasım 2019

Leyla İle Mecnun

Ankara DT-Büyük Oyunu
2 Perde - 1 saat 45 dakika
Yazan İskender Pala 
Rejisör Mustafa Kurt
OYUNUN KONUSU: Leylâ ile Mecnun’un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır. Leylâ ile Mecnun arasında geçen, birbirine kavuşamayan ve aşkları uğruna ölen iki gencin öyküsüdür.
OYUNCULAR:
Meddah Tunç Yıldırım - Pişekâr Kadri Özcan - Mecnun’un Babası Cevat Duman - Leylâ’nın Annesi Pervin Balcı - Mecnun’un Annesi Müge Sefercioğlu - Leylâ Damla Ece Hacat - Mecnun Muzaffer Saygı - İbn-İ Selam Cihan Kaymak - 1.Kadın Cansunur Şimşek - 1.Oyuncu Şahnur Dedeoğlu Kudat - 2.Kadın Pınar Uslu - 2.Oyuncu Mehmet Tolga Günay - 3.Oyuncu Baran Abdullah Şahin - 3.Kadın Özlem Kalkan - 1.Erkek Ümit Sert - 2.Erkek Umut Yüksel - 4.Kadın Pelin Caba Özveren
Leyla ile Mecnun’un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır. Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays İbni Mülevvah adlı bir Arap şairiyle, Leyli ( Leyla ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk serüveni anlatılmaktadır. Aynı okulda okuyan Leyla ile Kays birbirlerine tutulurlar. Kays’tan ve ailesinden hazzetmeyen Leyla’nın babası kızını okuldan alır. Bu hem Leyla için hem de Kays için acı bir imtihanın başlangıcı olur. Kays, sinesini ateşlere yakar, asumana inler ve sonunda “Leyla, Leyla…” diyerek çöllere düşer, mecnun olur.
Leyla’nın babası tüm uğraşlara rağmen aracıları kovar, kızını Mecnun’a veremeyeceğini söyler. Mecnun çöllerde, Leyla evin içindeki hücrede aşka boyun büker, gözyaşlarını yüreğine katık yapar, ağlar, sızlar. Sonunda olan olur ve taş yürekli adam kızını alır bir görgüsüz kaba bir adamla nikâhlar. Bunu duyan Mecnun Leyla’ya talip olan adama öylesine bir ah eder ki adam düğün dernek görmeden yataklara düşer, Azrail’in ecel makasıyla ömrünü yele verir.
Derken aşk kartopu gibi büyür; evlere, çöllere, vadilere sığmaz hale gelir. Sinesi aşk oduyla yanan Leyla sahralara düşer, dağ-bayır ayırmaksızın Mecnun’u arar ve bulur.
Leyla, Mecnun’u bulur bulmasına ama Mecnun artık o eski Mecnun değildir. “Ben Leyla’mı buldum, sen kimsin?” der durur. Çünkü Mecnun’un dilindeki Leyla, Mevla’ya dönüşmüş, ilahi aşk beşeri aşka galebe çalmıştır. Leyla, artık Mecnun’un gözünde sıradan bir fanidir, herhangi bir kadındır.
Bu acı gerçek Leyla için sonun başlangıcı olur. Günden güne bir mum gibi erir, solar durur ve nihayetinde o da gök kubbenin altında sırlanıp kaybolur. Bunu duyan Mecnun, çölleri bırakarak Leyla’nın mezarının başına koşar. Ellerini açar ve Leyla’nın vesilesiyle bulduğu Mevla’sına halini arz eder “Beni de al Yarab!” diye dualar eder. Allah duasını kabul eder ve Mecnun’u da Leylasına kavuşturur.
Fuzuli' nin 1535 yılında mesnevi dilinde kaleme almış olduğu Leyla ile Mecnun efsanesinin, tiyatro uyarlamasının İskender Pala yorumunu izledim dün Ankara Devlet Tiyatrolarında. Bir oyunu izlemeden varsa eleştirilerini, yorumlarını, metnini okumayı ve ön araştırma yapmayı seviyorum. Bu oyun hakkında okuduklarım ise, beklentimi yükseltmemem gerektiği yönündeydi. 
Ancak yazımın en başında söyleyebilirim ki şiirsel anlatımı ve dili kullanışı oldukça farklı, herkese hitap etmeyen bir metne ve anlatıya sahip olması, bir oyunu başarısız yapmıyor bana göre :) Mustafa Kurt rejisini ve seçimlerini çok sevdim. Mecnun' un çölde âhular, ceylanlar, kurtlar ve kuşlarla arkadaşlık etmekte olduğu hayvan canlandırmaları çok güzeldi. Dekoru sade, kostüm seçimleri çok özenliydi, ışık kullanımı özellikle Kabe hologramı çok güzel düşünülmüştü. Hele müzik Can Atilla' yı tebrik ediyorum. Şarkılar harikaydı ve Murat Karahan' ın Leyla şarkısında sesini duymak güzel bir sürprizdi:) Metne bayıldım, tekrar izleyeceğim kesinlikle... Şiirsel metinlerde İkinci Katil' de olduğu gibi insan bazı detayları kaçırdığını düşünüyor, bazı yerleri çok beğeniyor o anda, ancak aklında tutamıyor. Neresine baksam başarılı ve alkışı hak eden bir iş olmuş. 
Gelelim oyunculuklara... Temsilde oldukça deneyimli sanatçılara çok genç sanatçılar eşlik ediyordu. Mecnun' u canlandıran Muzaffer Saygı' yı, Felatun Bey performansı ile beğendiğimi hatırlıyorum, o zamandan bu zamana oyunculuğunu daha da büyütmüş. Leyla rolü ile Damla Ece Hacat' ı ilk kez izledim ancak güzel bir tanışma oldu kendi adıma :)
Süre olarak kırkbeşer dakikalık iki perde, oldukça ideal ve tadında bir zaman yönetimi olmuş. Temsil ilk perdede durağan bir serim bölümü sunuyor izleyiciye. Koro halinde söylenen şiirsel replikler, iki tane anlatıcı eşliğinde ve görsel olarak başarılı bir koreografi ile... İkinci perde etkileyici bir kılıç dövüşü sahnesi ile açılıyor ve oyuncu performansları, konunun ilerleyişi ilk perdeye göre izleyici koltuklarında nabzı yükseltiyor. Eğer bu aşkı abartılı bulursanız size hak veririm ancak bu bir efsane ve oyunun sizi içine almasına izin vermezseniz eğer, çok anlamlı bir tiyatro deneyimi olmaz bu... Oyun sonunda, alkış sırasında, oyuncular ile izleyicilerin gözleri ıslak birbirini alkışladığı ve duygusal olarak bu kadar etkileyici, çok az oyun izledim.
''Ve oyunun açılış repliği: Leyla gecenin koynunda bir kız, Mecnun göklerde parlayan yıldız, Bu bir yürüyüş değil, aşk iklimine bir seferdir''
Kıraç, bu işin tanımını doğru yapmış :)
İki kişi birbirini sever de kavuşurlarsa mutluluk olur
Biri kaçar öbürü kovalarsa aşk olur
İkisi de sever lakin birleşemezlerse
İşte o zaman efsane olur (Kıraç-Zerda)

LEYLA ve MECNUN
Ey Rabbim! Aşk belasıyla beni tanıştır
Beni bir an bile olsa; aşk belasından ayırma!
Detlilerden yardımını uzak tutma.
Yani beni daha çok belalara müptela eyle!
Ben var oldukça, beladan, isteğimi uzaklaştırma!
Ben belayı isterim, çünkü bela da beni ister.
Sevgi belasıyla ağırbaşlılığımı gevşetme!
Ta ki dostlar beni kınayıp vefasız demesinler!
Gidip geldikçe, sevgilimin güzelliğini arttır,
Sevgilimin derdine beni daha çok mübtela et.
Ben nerede, mevki ve itibar kazanma nerede?
Bana yoksulluk ve yokluk ulaşma kabiliyeti ver
Senden ayrıyken, bedenimi öyle zayıf kıl ki,
Bahar yeli beni sana kavuştursun.
Fuzûlî’ nin nasibi gibi beni gururlandırıp,
Ey Rabbim, asla beni bana bağlı kılma!
Sonunda yar, ağlayıp inlememize acıdı ve
Bugün hüzünler evimize ayak bastı.
Gözyaşı yağmurum, demek, öyle tesir etti ki,
Gül bahçemizde taze bir gül dalı düşürdü.
Ah ateşinin bizi yaktığı,
Ayrılık gecesini aydınlatan meş’ aleden bellidir.
Eğer ağlayan gözümüzde uyku olsaydı,
Bu kavuşma uyku halinde görülen bir rüya demek mümkün olurdu.
Gördüğümüz bir hayal mi?
Yoksa sevgilinin yanımıza geleceği aklımıza bile gelmezdi.
Ey can ve gönül! Sevgili, misafirimiz oldu!
Neyimiz varsa, misafirimizin ayaklarına dökelim.
Ey Fuzûlî! Sevgilinin kasdı, canımızı almakmış.
Gel.. Güzel uğruna can vermeyi kendimize bir borç bilelim.
**
Fuzûli’ nin 1535′ te yazdığı
Leylâ ve Mecnûn adlı mesnevîsi