26 Haziran 2020

Çıkmaz Sokak

Mantığım ve kalbim arasında başlayıp, uzayıp giden yüzyıl savaşlarında bir türlü sonuca ulaşamıyordum. Meydan muharebeleri, hilal taktikleri, kale saldırıları sonuçsuz kalıyor, ne içeriden ne dışarıdan galibiyet haberi gelmiyordu. Verilen yaralar büyük, açılanlar ise ondan da büyüktü. Kayıplar vererek azalarak ufalarak bir avuç kalmıştık. Gökyüzü bile bizi izlemeye dayanamamış, küçülüp görünmez olmuştu. Acıdan başka hissedilecek bir duygu kalmamıştı. Savaş meydanını berabere terk etmek, bu mücadeleyi ortada bırakmak en akılcı seçenek gibi görünüyordu. Eğer çıkmaz sokakta olduğunu düşünüyorsan, geri çekilmek bile ilerlemek demekti.
Bazen büyük kararlardan önce yolculuklara çıkmanın iyi olduğu söylenir. Ruhumu, bedenimi, aklımı, yüreğimi akşamdan valiz yapıp, gün doğarken yola koyulmaya karar verdim. Tüm yolculukların geçmişe olduğunu fısıldayan iç sesimi de yolluk yapıp yanıma aldım. Hem onanmamıza hem de sonuca ulaşmamıza faydası olur umudu ile mantığımı sağ ön pencere kenarına, kalbimi de sol pencere kenarına oturttum. Ben de muavin koltuğunda bir barış elçisi, bir arabulucu gibi yerimi aldım. Mantığım tüm yol boyunca, her zamanki gibi 'aşk ve özgürlüğün' karşısına koyabildikleri ile kalbim ise 'esaret ve cesaretsizlik' ithamları ile bana saldırmaya devam ettiler.
Her ikisinden de uzaklaşıp, ruhsal ve bedensel tekillik içerisinde derinliklerime inmeye çalıştım. Geldiğimiz sunağın bize katabilecekleri ve bizden alabilecekleri, sarkaç adaleti gibi dengeli bir salınım halindeydi. Hayat, yine hayallerimizi kolaylıkla vermeye yanaşmıyordu. Ancak biz ümitsiz vazgeçişleri değil, imkansız zaferleri seviyorduk. Suskun bakışmaların ve yıllanmış yorgunlukların arasında özlediğimiz geniş zamanları seviyorduk. Kalabalıklar arasında yakalandığımız yalnızlıklarımız, gündeliğin telaşı içerisinde unutulmaya mahkumdu. Düşlerimiz yağmalanmaya, sevinçlerimiz küçümsenmeye, uçsuz bucaksız umutlarımız yok edilmeye mahkumdu. Yoksunluğumuz, yalnızlığımız ve çaresizliğimize inat, bir solukluk mutluluk uğruna, tutkulu direnişlerin planlarını kuruyor, birlikte gördüğümüz rüyanın sarhoşluğuyla uyuyorduk.       
Sessiz ve güvenli bir huzur iklimine yol almak istiyordum. Deniz kenarındaki masalarda serçelerin aşırdığı simitlerle kahvaltı yapmak, martı çığlıklarının eşlik ettiği sahil boyu uzun yürüyüşlerde artık safımı seçmek, yönümü çizmek istiyordum. Kızıl bir akşamüstü, bir balık sürüsü denizde atlarken, güneş günü bitirip, geceyi aya teslim ederken, bir iki yıldız gökyüzünün koyu maviliğinde belirirken, gözlerinin derinliğinden ruhunun ateşini görebildiğim anlar apansız belleğime düşüyordu. İçime dalga dalga yayılan özlem ve mutluluk, tüm zihnimi esir alıyor, dünyanın geri kalanını bir kitabı okur gibi, 'hissederek' yaşama isteğim ağır basıyordu. Başımı mantıklı bir vicdan yastığına koymak istemiştim ancak yaptığım duygusal çocuksu sakarlıklar buna izin vermemişti. 
Şu an toplumsal dış basınç ile bireysel iç huzurun dengeye gelmeden de yaşanabileceği fikri bana heyecan veriyordu. Bunun için önce, kalbimin şimdiye dek yaşadığı savaşlarda üzerine sinmiş olan kötü kokuları, kirleri ve tüm olumsuzlukları berrak kaynak suları ile yıkadım. Ve gökyüzünün sonsuzluğunda, sevginin sıcaklığında, özgürlük kokuları ile kuruttum. Sonra acılardan, hüzünlerden, bekleyişlerden yılmayan mantığımın; tüm bunlardan mutluluklar kadar haz alıp, isteklerinden vazgeçmeyişini kutsadım. Çocuk gülüşlerinin, çiçek açışlarının, soğuk ayazın, yağmurun ve karın, tüm dünyanın güzelleşmesiyle; günbatımlarının, yakamozların ve takım yıldızlarının içimde büyümesiyle; kuruyup, çatlamış, bir daha yeşermez dediğim kalbimin, tomurcuklanıp da kış ortasında çiçek açmasıyla ise okuduğum kitabın doğruluğuna inandım.  


İllüstrasyon ve fotoğraflar: Bogdan Zwir

9 Haziran 2020

Bir Hikayem Var

Doğumu adeta bir meydan okumaydı. Sancılar içindeki annesini, bastırıp çekmekten kolunda derman kalmayan ebeyi pes ettirmiş, sonunda saatler süren mücadeleden galibiyet ile çıkmıştı. Dışarıdan aldığı ''pes'' yanıtı ile ise kendiliğinden, neredeyse tereyağından kıl çeker gibi, şaşkın bakışlar arasında hop diye ebenin kucaklarına düşmüş, böylelikle izleyicilerine güçlü bir mesaj vermişti. ''Ben ne zaman istersem o zaman.'' Zaten o dakikadan itibaren de izleyicileri hiç eksilmedi hep arttı Naciye' nin. Uzatılan biberonu, yalancı memeyi ne yaptılarsa kabul ettiremediler, ağzına anasının hakiki memesinden başkasını sürmedi. İlk andan itibaren sesini duyan olmadı, ne ağladı, ne hıçkırdı, ne tıksırdı. Kaşları hep çatık, hep bir meydan okuma, bir ciddiyet havası vardı yüzünde. Olanı biteni, gideni kalanı o ürküten sabit bakışlarıyla anlayıp çözecek gibiydi.
Eş, dost, konu, komşu konuştular elbette.. İnli midir, cinli midir, bebek midir, şeytan mıdır? Ne olduğu konusunda çeşit çeşit hikayeler uydurdular. Neredeyse her sohbetin tek konusu, fısır fısır konuşulan, ürkek ürkek seyredilen Naciye bebekti. Naciye ise hepsine inat kendince büyüdü. Herkesin uyuduğu saatte gözünü kırpmadan hareketsiz bekledi. Herkes uyanırken derin uykulara daldı.

Annesi ilk çocuğunun bu kadar zorlu çıkması karşısında isyan etti. Geceler boyu Naciye' yi uyutmaya çalıştı: önce sabırla, şefkatle, sevgiyle; olmadı öfkeyle, dayakla, kötekle; olmadı çaresizlikle, ağlamaklı, yalvar yakar.. Naciye' ye kendi karar vermeden nefes aldırmak bile olanaksızdı. Doktorlara götürdüler: çocuk doktoru, çocuk pedagogu, çocuk psikiyatr... Hocalara, hacılara, türbelere götürdüler, dualardan, muskalardan, büyülerden çare aradılar. En nihayetinde kabullenip bu işin peşini bıraktılar.
Naciye hiç bir emre, komuta itaat etmedi. Asilik onun doğasına işlemişti. Kaydıraklardan ters kaydı, ellerinin üzerinde yürümeyi öğrendi, sol elimle yazacağım diye diretti, kışın ince, yazın kalın, dışarıda yalın, evde ayakkabı giydi. Başı beladan, burnu pislikten kurtulmadan büyümeye devam etti. Ona ne yapacağını söyleyenler hep söyledikleriyle kaldı. Ne misafirlere çay getirdi, ne el öptü, ne etek giydi, ne dantel yaptı. Etinden et koparsan, saçlarının her bir telini birer birer yolsan Nuh dedi peygamber demedi. Çevresindekiler zamanla ona ve tersliklerine alıştılar. Hatta öyle alıştılar ki birbirlerine şakalar bile yapmaya başladılar. ''Yap dediniz ve kaybettiniz, artık öldürsen yapmaz'' dediler, gülüştüler. Annesi de zaman geçtikçe istediklerini yaptırabilmek için bazı küçük yöntemler keşfetti. Örneğin 'seni köye götüreceğim Naciye' m' derse, ne istenilse yapardı. Naciye de sanki biraz yumuşadı, biraz uysallaştı ama sanmayın ki içindeki itaatsizlik ve direniş ruhu yok olup gitti. Sadece toprağın altında yeşermeye can atan tohumlar gibi uykuya daldı.

Şehir hayatını hiç sevmedi, yazları gittikleri memleketlerinden geri dönmemek için her sene bir hadise çıkardı. Gitme vaktinin yaklaştığını anlar anlamaz bebekken ağlamaya başlayan Naciye, az daha büyüyünce ortadan kaybolmaya, az da aklı erince kaçıp, saklanmaya başladı. O toprakla, hayvanlarla, zeytinle, doğayla nefes aldı; şehirde kendisini kafese kapatılmış gibi hissetti.

Kendini diğerlerinden farklı gören, yaptıkları çoğu şeyi budalaca bulan, sohbetlerini zaman kaybı, dertlerini anlamsız, hedeflerini boş bulan Naciye; insanları anlamayı denese de çoğunlukla daha az iletişim kurup, yalnız kalmayı tercih etti. Yalnız kaldığı anlarda hep doğayı, toprağı, denizi, ormanları, hayvanları, çimenleri hayal etti. En çok kendini ve sessizliği dinledi. Yanlış zamanda ve yanlış yerde doğduğuna ilk andan itibaren emindi. O çok daha eski bir zamana aitti.
Ben Naciye' yi bir sonbahar günü, bir deniz kenarında tanıdım. Yazın hınca hınç insan dolu, iyot kokulu popüler tatil yerlerinin okullar açılıp, el ayak çekildiğinde bulduğu dinginliği ve huzuru çok severim. O gün lodosun savurduğu dalgalar kıyıyı dövüyordu. Atkım boynumda, ılıman rüzgar kulaklarımda, açılamayan balıkçı tekneleri denizde dans ediyordu. Kendime oturup çay içebileceğim bir yer arıyordum. Hem de kıyı boyunca gezinip manzarayı zihnime kazımaya, martıların çığlığını, ağaçların çırpınışını, dalgaların sesini içime katmaya çalışıyordum. Uzakta havlusuyla kavga eden bir siluet fark ettim. Biraz yaklaşınca şapkasını başında tutmaya, havlusunu sahile sermeye çalışan bir kadın olduğunu anladım. Merak etmiştim ve denize girmesi durumunun tehlikeli olabileceğine dair bir hisse kapılmıştım. Ben yavaş yavaş o yöne yürürken, O kendini dalgalara bırakıp yüzmeye başlamıştı. Dalgalar yüksek ve dengesizdi. Bu denizde yüzmenin ne kadar yorucu olduğunu, açıldığınız takdirde geri dönüşün zorluklarını çok iyi biliyordum. Adımlarımı hızlandırdım. Ben oraya varıncaya dek korkusuzca yüzmüş, kolaylıkla geri dönüp, çıkıp giyinmişti. Tanışmayı istiyordum ancak hızla bir ata binip, uzaklaşmaya başladı. Bir masal kahramanı gibiydi ve beni çok etkilemişti. O kadar yalın, doğal, cesur ve asi görünüyordu ki mutlaka onu bulmak istiyordum.
Kısa sürede hakkında pek çok bilgi edindim. Zeytin bahçeleri olduğunu, küçük bir dağ evinde yalnız yaşadığını ve biraz sıra dışı, çılgın (hatta 'deli' dediler ama bu şekilde düşünmeleri tamamen Naciye' nin tercihiydi bence) ve tehlikeli olduğunu... Hiç tereddüt etmedim ziyaretine gitmekte ve tam düşündüğüm gibi beni tüfeğiyle iki el ikaz atışı yaparak karşıladı. Yürümeye devam ettim, dur emrine uymadım. Üçüncü fişek ayaklarımın yanına düştü, yürüdüm. Verandasının basamaklarında durdum, berettanın namlusunu kafama dayadı. Ne istediğimi sordu. Yeni mahsül kırma zeytin almak istediğimi ve çarşıdan burayı tarif ettiklerini söyledim. Başıyla içerideki masa ve sandalyeyi işaret etti, oturdum. İkimizde de en küçük bir telaş olmaksızın bakışlarımızla birbirimizi tarttık bir süre. Bir meydan okuma ya da düelloydu sanki. Gözlerinin içindeki her bir parıltıya ilgiyle bakıp, 'merhaba' dedim. O da gözleriyle 'benden uzak dur yabancı.' diye yanıtladı. Evet, deli olabilirdi ama ben de bu konuda fena sayılmazdım. Hem de yeni emekli, dünyalığını çoktan yapmış, yaşamayı hala çok seven, maceraperest, kendine meşgale arayan biriydim ve Naciye kesinlikle ilgimi çekmişti.
Biraz tez canlı olsam da isteklerime ulaşabilmek için gerekiyorsa orta ve uzun vadeli girişimlerde bulunmaktan çekinmem. Bir süre düşündükten sonra coğrafyayı da çok sevmemin etkisiyle bu köye yerleşmeye karar verdim. Öncelikle ona yakın bir ev buldum, kendime iyi bir at ve tüfek edindim. Ege' nin zeytin kokulu, körfez manzaralı dağlarından birinde kendime küçük bir çiftlik kurdum. Zaten yıllardır özlemini duyduğum, hayal ettiğim bu yaşam tarzına; en kötü edindiğim deneyimlerle kalır, bu yaştan sonra bir macera daha yaşamış olurum diyerek gözü kapalı atladım. Paradan puldan konuşmayı sevmem kendime varlıklı da demem. Allah' ın parası çok olan fakir kullarından biriyim diyelim, geçelim. Esnaftan aldığım bilgilerle, baştan planladığım hamleleri ardı ardına yapıp, Naciye' nin gönlüne taht kurmayı planlıyordum. Ancak, bu yaşına kadar yanına yöresine kimseyi yanaştırmamış, çevreyle ilişkisini asgari düzeyde tutmuş, yalnızlığı seven doğa aşığı bu kadının güvenini kazanmanın kolay olmayacağının farkındaydım ve ezberimde olan metropol jestlerinin burada işe yaramayacağını biliyordum. Ben de bir süre her şeyi zamanın akışına bırakıp, kendi hayatıma odaklanmaya karar verdim.
Bir hikaye ne zaman başlar, hayatın gerçekliğinden nasıl uzaklaşır insan? Bir film senaryosuna, bir masal dünyasına, bir efsaneye nasıl yaklaşılır? Orada yaşamaya başladığım hayat ile şehrin koşturmalı, tempolu, sıkışık yaşantısından giderek uzaklaşıp bambaşka bir dinginlikte farklı bir gerçeklik kurmuştum kendime. Aklımın ortasında, gözümün kıyısında, yağmurun tınısında, camın buğusunda, güneşin ışığında ve tüm tomurcuklarda Naciye merkezli, geri planda ise keyif ile sürdürdüğüm bir hayat. Uzun uzun bakışlarım, sabırlı günaydın'larım, yardım lazım mı'larım, kasabaya iniyorum bir ihtiyaç var mı' larım, ne harika bir gün' lerim sanki yavaş yavaş meyvelerini vermeye başlamış ve nihayet üzerime ilgili bir çift gözün gölgesini düşürmüştü. 
Bir gün bahçesine girdiğini iddia ettiği kümesimin as horozu Ökkeş ile tavuklarımdan birinin ayaklarından tutmuş, hışımla bahçeme geldiğini gördüm. Bunun son olduğunu bir daha ürününe zarar verirlerse hiç acımadan onları infaz edeceğini söyledi. Ben de eğer onların tüyüne zarar gelirse, savaş ilanı sayarım, dedim. Karşılık olarak hayvanları elinden bıraktığı gibi, çiftesine davrandı. Horozumun en uzun kuyruk tüylerinden birine nişan aldı ve tetiğe bastı. Hayvanlar korkudan o yana bu yana kaçıştılar. Ökkeş' in en fiyakalı tüyü, bütün kümese caka satıp, çalım attığı o kıymetli tüyü havada bir kaç tur döndükten sonra yere düştü. Ben de zavallının şimdi ne yapacağı, psikolojisinin bozulacağı konusunda veryansın etmeye başladım. Hiç umursamadan arkasını dönüp giderken, büyük bir karar vermem gerektiğini hissediyordum. Attığı adımı olumlu bir iletişim girişimi olarak değerlendirmeyi tercih ettim ve 'bir dakika' diye bağırdım. 
-Böyle arkanı dönüp gidemezsin. Görmüyor musun ki sana deli oluyorum. Sana yakın olmak uğruna, ne varsa ardımda hepsini düşünmeden geride bıraktım ve burada bir hayat kurdum. Artık inadı bırak da bize bir şans ver. 'Zaman' dedim Naciye 'zaman' hepimizi öğütüyor, farkında değil misin? Ne vakit boşaldı yanaklarımın içi, ne zaman ellerim beneklendi, saçların Naciye saçlarına ilk aklar ne zaman düştü? Günler hazana teslim olmadan gel tut seni arayan ellerimi, gel düş gönlümün oduna, bir şans ver bize, Naciye'm!
İşe yaradı mı, yaradı ama benim istediğim zaman değil, o ne zaman isterse o zaman. Naciye ile derin duygusal ilişki kurmamız kolay olmadı. Uzun uzun susarak, sonu gülümseme ile biten soluksuz bakışmalarımızda, yalnızca birbirimizin varlığımızı hissetmek bile o kadar iyi geliyordu ki. Tüm gözde şehirlerin moda trendlerine inat birlikteyken ne giysek yakışırdı bize. Çamurlu botlar, kirli tulumlar, ipliklenmiş hırkalar... Büyük büyük aşkların, toplumsal resmiyet baltalarıyla devrildiği, sonra da o ulu gövdelerin parçalanıp mecburiyet ateşlerine atıldığı bir çağda zeytinliklerin içerisinde yeşeren, umutlu bir sevdaya rastlamıştım. Geçen zaman içerisinde ikimizi de şaşırtan, çelikten köprüler kurduk birbirimize uzanan. Melek değildik, çok kavgalar ettik. En kötü huyumuz sonu gelmez iddialarımız ve rekabetçi tutumumuzdu. Bugün folluktan kaç yumurta alacağız, yağmur ikindiden önce mi sonra mı bastırır, inek bu yıl buzağılayacak mı buzağılamayacak mı, kovan oğul verecek mi, zeytinden kaç fıçı yağ alacağız, Pazarcı Yusuf bu hafta uğrayacak mı uğramayacak mı... aklımıza gelen her şey için iddiaya giriyorduk. En son iddiamız en sert olanıydı, Naciye dedim, kız doğuracaksın. Yok dedi erkek olacak benim yavrum. Oğlan olursa dedim, ikinciyi isterim. Kız olursa dedi, çeker giderim. O an içimi bir korku kapladı çünkü daha önce söylediğini yapmadığı görülmemişti. Çaktırmadan ben de erkek çocuk için dua etmeye başladım. Görürüz dedim, bekleyelim bakalım. Bekleyelim, dedi.   

Doğumu adeta bir meydan okumaydı. Sancılar içindeki annesini, bastırıp çekmekten kolunda derman kalmayan ebeyi pes ettirmiş, sonunda saatler süren mücadeleden galibiyet ile çıkmıştı. Dışarıdan aldığı ''pes'' yanıtı ile ise kendiliğinden, neredeyse tereyağından kıl çeker gibi, şaşkın bakışlar arasında hop diye ebenin kucaklarına düşmüştü. Ama Naciye bir bayrak yarışında bayrağı  takım arkadaşına teslim eden son yarışmacı huzuru ile son nefesini vermişti. Annesi kadar güçlü çıkamamış doğanın en umutlu savaşında, hayata can verirken, bizleri bırakıp gitmişti. 
Gözlerine baktığımda uçsuz bucaksız çayırlarda dört nala koşan atları, saçlarının dalgası rüzgarla dolduğunda, denizde atlayan yunusları, ellerinin maharetinde mucizesine hayran bırakan bereketli toprakları bulduğum, hayatımın son gençliğinde karşıma çıkan en büyük şansım, Naciye' mi unutmam mümkün değil. 

Mükemmel bir baba, eşsiz bir eş olacağım diye iddialarım olmadı ama şimdi bir sözüm var kendime: benim kızım hayatı istediği gibi yaşayacak. O benim olduğu kadar tabiatın da kızı biliyorum. Zamanı geldiğinde öğrenmek istediklerini göstermek için hazır olacağım. Ata binmeyi, papatyalardan taç yapmayı, turunç ağacını aşılamayı, en lezzetli mantarların yerini, kiraz çekirdeklerinden mermi yapmayı öğreteceğim ona.  

Vazgeçmiş ümitsizlere ışık olsun diye; boşalmış kuş yuvalarına, çıkmaz sokaklara, deniz kenarındaki banklara, ağaç kovuklarına, kelebek kozalarına, sokak lambalarının pembe ışıklarına yazacağım bizim hikayemizi. Kardaki ayak izlerine, yalnız deniz fenerlerine, sımsıkı kapalı avuç içlerine, gizli defterlere, kimsesiz çaresiz yüreklere anlatacağım... 
Yeni bir hayat için hep bir şans var. 
İnatla düşleyin, sabırla isteyin yeter...

Not: Öykü kurgusaldır.
İllüstrasyonlar: Radal Albinski