9 Ocak 2022

Müzeyyen

Onu ilk gördüğümde uğur böceklerinden bir kolye takıyordu, güneşin altında parıldayıp duran dalgalı saçları, söğüt dallarının suyla buluştuğu gibi buluşuyordu beyaz boynunda. Gözleri denize nazır iki sandalye, ruhu üç oda bir salon geniş bir evdi. Varlığı Tanrının ispatı, onu sevmek ibadetti. Karşısında güçsüz, savunmasız, korunaksızdım. Onu düşündüğüm zamanlarda yüzümdeki istemsiz gülümsemeye, nabzımın yükselmesine alışmıştım. Ne ele avuca sığıyordu gönlüm ne de eve avluya. Suyum ve güneşimdi. Yanıp kül olsam ona baktıkça gönlümde uçarı melodiler filizlenir, dudaklarım aşk ıslıklarıyla dolardı. 

Çoğu sabah hayaliyle uyanır, başım dönene kadar aldığım derin nefeslerde kokusunu arardım. Öyle yoğundu ki hissettiklerim, hem her an onu düşünüyor hem karşılaştığımda ne yapacağımı şaşırıyordum. Yanında olduğumda bu heyecana dayanamıyor ve bir an önce oradan ayrılmak istiyor ama henüz ayağa kalkıp uzaklaşamadan onu tekrar görebilmeyi arzuluyordum. Bir hafta on gün heyecanım hiç eksilmeden sadece hayali ile yaşayabiliyor, on günün sonunda sadece gölgesini, rüzgarını, rayihasını hissetsem kalbim duracak gibi oluyordu. 


Aynanın karşısında bizi birlikte tasavvur etmeye çalışıyor ancak bir türlü kendimi bu güzelliğin hiçbir yerine yakıştıramıyordum. Kollarıma alıyorum olmuyor, arkasına geçiyorum uymuyordu. Ben sıradan bir sokak heykeli, o ise estetik bir sanat şaheseriydi. Yan yana gelmemiz olanaksızdı. Ancak beklenmedik bir şey bizi yan yana getirdi, size o günü anlatacağım. Ve hikayede ondan 'Müzeyyen' takma adı ile bahsedeceğim. 


Hayat dediğimiz şey sizce de biraz kısa değil mi olanı biteni anlayabilmek için? Tam bir şeyler anlamaya başladım diyorsunuz; ''hayat bir yarış, bir varış, bir görevler bütünü, bir dayatmalar zinciri, bir suskunluk anı, bir öfke patlaması değildir; mana derindedir'' diyorsunuz, bir bakmışsınız ki süre bitmiş, yaş kemale ermiş. Bu şeye benziyor, ömrü otuz gün olan karıncanın hiç göremeyeceği bir kış için, hayatı boyunca yuvasına yiyecek taşımaya çalışmasına. 


Odamda işime odaklanmaya çalışıyordum. Birden koridorda olağandışı bir hareketlilik, gürültü duydum. O tarafa yöneldiğimde onu kalabalık iş arkadaşlarının arasında seçebildim. Acı içerisindeydi, ayakta duramıyordu, karnının sağ tarafını tutuyor sanki yeterince bastırırsa ağrısı dinecekmiş gibi davranıyordu. İnsanlar panik içinde ve ne yapacaklarını bilmez halde biri sandalye, biri kolonya, biri su getirmeye çalışıyordu. Etrafın şaşkın bakışları arasında, ambulans çağırın diye odamdan fırlayarak, onu kucakladım ve odamdaki kanepeye getirdim. Sadece bir kişi diyerek, içeriye bir kişiyi daha alabileceğimi anlatmak için elimle bir işareti yaptım dışarıdakilere. Tıbbiyeyi yarım bıraktığımı bildikleri için bana güveniyor ve her söylediğimi yapmaya çalışıyorlardı. Müzeyyen kanepede kendinden geçmiş ve acıdan bayılmıştı. Apandisit olduğunu tahmin ettiğim bu ağrının acil operasyon müdahalesi gerektirdiğini biliyordum. Arkadaşı sabahtan beri karnının ağrıdığını ve ağrı kesici iğne yaptırdığını söylemişti. Bu çok kötüydü. Çünkü ağrının baskılanması apandistin patlama ve enfeksiyonun vücuda dağılma riskini getirirdi. Hemen ateşine baktım ateşi yüksekti. Apandisit patladıysa eğer şu an onu kaybediyor olabilirdim. Deliye dönmüştüm. Ambulans gelmek bilmiyordu. Bana bir ömür gelen süre sonunda nihayet ambulans geldi hızlıca onlara şüphelerimi anlattım ve hemen anesteziye başlamalarını, acil operasyon için hastane ve ameliyathane ile iletişime geçmelerini söyledim telaşla. Ben de onlarla birlikte dışarı çıktım, belki bir faydam olur, daha hızlı hareket etmelerini sağlayabilirim diye hep tetikteydim. Kısa süre sonra o ameliyathane kapısından girerken, ben dışarıdaki bir bekleme koltuğuna yığılmış ve bitkin durumdaydım. Sonunda apandistin gerçekten patlamış olduğunu, ancak operasyonun iyi geçtiğini, hayati tehlike olmadığını ancak bir haftalık hastane ve sonrasında evde ağır antibiyotik tedavisi süreci yaşayacağını öğrendim, bekleyen yakınlarına da geçmiş olsun diyerek evime gittim. 


O gün beni ona bu derece yaklaştırabilen şey, her an yaşamın son bulabileceği ihtimaliydi ve bize bu kadar yakındı işte. Şu köşenin başında, burnumuzun ucundaydı. Ne büyük bir yalnızlıktı yaşamak. Hayatta acı çekerken ne kadar da yalnızdık. Birini canından çok sevsen bile onun için yapabileceklerinin bu denli sınırlı oluşu beni derinden sarsmıştı. Acı dolu yüzündeki o ifade, gözlerimin önünden gitmiyordu. Belki hastaneye biraz daha geç kalsak hayatta olmayacaktı, bu düşünceyi de aklımdan atamıyordum. Hangimizin ne kadar vakti vardı ki bu dünyada? Bu düşünceler ile iyileşip işe döndüğünde onunla yakın iletişim kurmak için hızlıca güçlü adımlar atmaya karar verdim. Bir gün yaslandığımız duvar, tuttuğumuz el, okuduğumuz kitap, inandığımız hayat kocaman bir boşluğa, hiçliğe dönüşebilirdi. Bunu kim bilebilirdi, buna hazır olmak mümkün müydü? Sonraki bir ay süresinde aklımda dönüp dolaşan sorular ile gündelik yaşantımı sürdürmeye gayret ettim. Bir tarafım karanlık koyu bir gece, diğer tarafım alacalı gün batımıydı. Ne yana çevirsem yüzümü sırtımda aynı ürpertileri taşıyordum. Bir an önce işe dönmesini istiyor, günleri birer birer avucumda buruşturup çöpe atıyordum.

Uzunca bir bekleyişten sonra nihayet işinin başına döndüğünde, Müzeyyen' in parmağında bir yüzük masasında bir çiçek ve yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Demek ki onu sonsuza dek kaybetme düşüncesi sadece beni değil birilerini daha delirtmişti ve demek ki siz ne kadar hızlı olmaya çalışırsanız çalışın sizden daha cesaretli ve hızlı birileri mutlaka olacaktı. Eğer ona söyleyebilseydim; kendisini yakından tanıma isteğimi kabul eder miydi; tarifsiz, saf ve büyük aşkıma karşılık verir miydi hiç bilemeyeceğim. Ben sadece odama gelip, 'Allah razı olsun İlhami Bey, hayatımı siz kurtarmışsınız'' deyişini aldım, bir tuvale resmettim, bir kasete kaydettim, yüreğimin derinliklerine sıkıştırdım.

Eve döndüğümde bu kadar hafif atlattığıma ben bile şaşırıyordum. Ancak meğer sadece öncü sarsıntılar imiş gündüz yaşadıklarım. Bu derece büyük ölçekli bir depremi ise ilk kez yaşıyordum. Sonra sonra artçı sarsıntılarının uzunca bir süre daha devam ettiği bir afetti yaşadığım. Merkez üssü yüreğimdi ancak ayak parmaklarımdan saç tellerime kadar hissedilmiş, büyük hasara yol açmıştı. 


Bazı geceler balkonumdan gökyüzünü izlerken, tüm ışıkların aynı anda söndüğünü, birden oluşan alabildiğince zifiri karanlıkta bir şimşek gibi yanıp sönen Müzeyyen' in eşsiz güzelliğini hayal ederim. Ve yaşam döngümü şöyle sıralarım; önce doğdum, sonra öldüm, şimdi ise nefes alıp veriyorum. 

Not: İllüstrasyonlar Pascal Campion' a aittir.

4 yorum:

  1. Ah keşke daha önce söyleseymiş duygularını. Kısmet değilmiş demek ki Müzeyyen...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet kısmet değilmiş umarım Müzeyyenin hatırasını silikleştirecek birine rastlamıştır ve de :))))

      Sil
  2. Merhabalar.
    Başından sonuna kadar bir kez okuduktan sonra tekrar bakma ihtiyacı duyduğum satırların aralarına tekrar döndüm. Ben işte böyle okuyorum. Yani altını çizerek okumadığım bir yazıyı okudum saymıyorum.
    Birileri de onu kaybetme korkusu ile yaşıyormuş ve o her kimse, elini çabuk tutmuş.
    Okurken büyük bir keyif aldım. Çok güzel bir hikayeydi. Kaleminize, emeğinize ve yüreğinize sağlıklar dilerim.
    Sağlıcakla kalın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Recep Bey çok saolun siz de sağlıcakla kalın...

      Sil

haydi söyle :)