30 Eylül 2010

bir kısa hikaye

geceden başlamıştı rüzgar fırtına... güneş aydınlık yüzünü kara bulutlarla örtmüştü. sabah oldu mu, hala gece mi anlayamıyordum. pencereyi açıp dışarının ısısını görmek istedim. pencereyi açmamla nemli bir rüzgar doldurdu odanın içini ve masanın üzerinde duran kağıdı havalandırdı. aceleyle kapattım pencereyi, tahminimden daha ılıktı hava. yere düşen kağıda yöneldim, bir not. "akşam 8 de aynı yerde" gülümseyerek cebime koydum.

dün geceyi düşündüm. ne kadarını anlatmıştı bana acaba hayatının. tabi ki dedim sonra, tabi ki ne kadarını bilmemi istiyorsa... bununla yaşamaya alışmalı, çok sormamalı, sadece anlattıklarıyla yetinmeyi öğrenmeliydim. onu tekrar kaybetmek istemiyordum. sahi kaç yıl geçmişti aradan... en son master diyerek gitmiş, sonrasında çalışmaya başlamış ve yıllar geçtikçe aldığım telefonlar, mailler azalmıştı. 20 yıla yaklaşmış olmalıydı. başlarda mutlu olsun yeterler sonraları içimde derin, geniş boşluklar açmaya başladı. bir eksiklikti, bir yoksunluktu, bir hasretti yaşadığım...

nereye gittiğini tahmin etmek zor değildi. hızlıca hazırlanıp, dışarı çıktım. kendimi kapımda yıllardır görmeyi kanıksadığım emektar arabama attım. doğruca o eve gidecektim. bir hesaplaşma olacaksa, gün bugündü. hem söyleyeceklerimi hesaplıyor, hem arabayı kullanıyordum. hızlandım, hararetlendim, düşündüm, kızdım, sürdüm, hızlandım ve bu da ne bu dolmuş da nereden çıkmıştı. gerisi büyük bir gürültü ve sonsuz bir karanlık.

kendime geldiğimde lüks bir hastane odasındaydım. ağrım yoktu ama kımıldayamıyordum. yanımda endişeyle bana bakan birbirinin aynısı bir çift göz gördüm. oğlum ve babası... aradan geçen 20 yıl, bir zamanlar aşkla baktığım, gözleri dışında her yerinde iz bırakmıştı. hafızam gayet berraktı. konuşmak istedim ama yapamadım. eğer yapabilseydim buradan gitmesini isteyecektim. sonra tüm dikkatimi kapıdan giren genç ve güleryüzlü doktora yönelttim. bir süre konuşulanları idrak etmekte zorlandım, başka bir hastadan bahsediyorlardı sanki. neden sonra bahsi geçen ve bundan sonraki hayatında gözleri dışında hiçbir yerini kıpırdatma yetisine sahip olmayacak kişinin kendim olduğunu anladım. ne garip neredeyse ahh yazık tüüh kaç yaşında peki diye sorular yöneltmeye hazırlanıyordum.

bunları tam olarak hazmetmem bir ayımı aldı. ne çok söyleyecek sözüm, yapacak işim, gidecek yerim, kucaklayacak arkadaşım, bitirilecek hesabım vardı... keşke dedim keşke bir şansım daha olsaydı... keşke dedim kendimi anlatabilseydim, aslımı özümü... şimdi neye yarar bunları bilmek ve üzülmek....

not: syrakusa yı okuduktan hemen sonra yazılmıştır.

5 yorum:

  1. ''onu'' okuduktan sonra yazdığınız ve paylaştığınız için teşekkürler :) hernekadar beni üzse de yine de yerinde zamanında hikayeler.

    YanıtlaSil
  2. syrakusa, "onu" diyerek kabalık yaptıysam üzgünüm... büyük hayatın küçük hkayesini okuduktan hemen sonra yazdığım için öyle bir not düşmek istedim. senin kahramanın eksik bıraktığı birşeyi yok, onun adına seviniyorum ama benimki için üzülmemek elde değil :)

    YanıtlaSil
  3. aşkolsun :) asla öyle bir şey düşünmedim. aksine çok sevindim. tekrar teşekkürler paylaştığın için :)

    YanıtlaSil
  4. nihancım bu senin öykünmü?
    çok güzel tasarlanmış ve yazılmış...
    acı biraz ama doyurucu...
    kaçırmışım arada...
    sen seyrettinmi içimdeki deniz filmini ona gidip geldim okurken çok güzel filmdi... bide kelebek ve dalgıç vardı böylesi güzel yanlış hatırlamıyorsam ismini...
    sen yazıyormusun böyle öyküler?
    bloğunda varmı daha fazla? okumak isterim daha çok...
    çokca sevgiler...

    YanıtlaSil
  5. nihalcim çok saol:) böyle öyküler yazmıyorum aslında... ama blog temasıyla örtüşmeyen yazılarım hep "öylesine" etiketi altında... içimdeki deniz i izlemedim, kelebek ve dalgıç isimli öyküyü anımsayamadım. aslında öykü aslıdna çok fazla kopuk, çok eskik nokta var gibi, havada çoğu şey ama beğenmene çok sevindim. benden de sevgiler...

    YanıtlaSil

haydi söyle :)